
La Haine dışlanmışlık, sistematik şiddet ve gençliğin öfkesine odaklanan bir film. (Fotoğraflar: IMDb)
Tuğçe Madayanti ŞEN
La Haine filmi, tüm bu anlatımın içinde bir çağrı yapar: Gençler, toplumun içine hapsolmuş ve gelecekten umutsuzdur. Ancak en önemli soru; gençlerin, bu çöküşten nasıl çıkacağıdır.
Mathieu Kassovitz’in 1995 yapımı La Haine (Protesto), Fransa’nın banliyölerinde yaşayan gençlerin hayatına sert ve gerçekçi bir bakış sunan kültürel manifestodur. Film, toplumsal dışlanmışlık, sistemik şiddet ve gençliğin öfkesini anlatırken, 50 katlı bir binadan düşen bir adamın hikâyesiyle açılır. Her katta “Buraya kadar her şey yolunda” (Jusqu’ici tout va bien) diyen metaforuyla, toplumun çöküşünü ve bu çöküşün nasıl kabullenildiğini gözler önüne serer. Siyah-beyaz görüntüleriyle karakterlerin iç dünyasına hapseden La Haine, Bob Marley’nin Burnin’ and Lootin’ parçasıyla daha başlar başlamaz seyirciyi doğrudan filmin öfkeli ruhuna çeker. “Silah kullanılacak mı?” sorusu etrafında örülen gerilim, Vinz, Hubert ve Said’in 24 saatlik yolculuğunu şekillendirirken, 1992’de Paris’te polis şiddetiyle öldürülen Makome M’Bowole’nin gerçek hikâyesinden beslenir.
GÖRSEL ANLATIM
Mathieu Kassovitz’in La Haine filmi, sadece toplumsal temalarıyla değil, aynı zamanda sinematografik diliyle de sinema dünyasında büyük yankı uyandırmıştır. Fransız Yeni Dalgası’ndan beslenen anlatım teknikleri, siyah-beyaz kullanımı, uzun planları ve belgeselvari estetiğiyle dikkat çeken film, görselliğiyle de karakterlerin çaresizliğini ve sistem karşısındaki sıkışmışlıklarını vurgular. Filmin en belirgin özelliklerinden biri, siyah-beyaz çekilmiş olmasıdır. Kassovitz, bu tercihiyle hem zamansızlık hissi yaratmakta hem de karakterlerin içinde bulunduğu gri dünyayı vurgulamaktadır. Renklerin yokluğu, banliyödeki hayatın monotonluğunu ve umutsuzluğunu güçlendirirken, belgesel havasını da pekiştirmektedir. Bu estetik tercih, özellikle Jean-Luc Godard gibi yönetmenlerin 1960’lardaki Fransız Yeni Dalgası filmleriyle benzerlik taşır. Kamera kullanımı açısından, film dinamik bir yapıya sahiptir. Steadicam ve omuz kamerası, izleyiciyi olayların tam ortasına çekerken, uzun plan-sekanslar karakterlerin çevreyle olan ilişkisini daha doğal hissettirmektedir. Özellikle Vinz’in aynanın karşısında Taxi Driver göndermesi yaptığı sahne, bu akıcı kamera hareketlerinin en ikonik örneklerinden biridir. Filmde bazı sahnelerde kullanılan fisheye lens (balık gözü lens) de karakterlerin sıkışmışlık hissini artıran önemli bir detaydır. Zamanın akışına vurgu yapmak için kullanılan saatler, film boyunca gerilimi artıran bir unsur olarak karşımıza çıkar. Hikâye tek bir gün içinde geçerken, ekranda sürekli saat gösterilmesi izleyiciyi karakterlerle birlikte bir sona doğru sürüklemektedir. Bu, Run Lola Run ve Do the Right Thing gibi filmlerde de kullanılan etkili bir gerilim unsurudur. Özellikle finalde geçen “Önemli olan düşüş değil, yere çarpma anıdır” cümlesi, zaman metaforunun filmdeki önemini pekiştirmektedir. Filmde, banliyö ve Paris arasındaki kontrast da sinematografi ile güçlü bir şekilde anlatılmaktadır. Banliyö sahneleri daha düz ve kasvetli açılarla çekilirken, Paris sahnelerinde geniş açılar kullanılarak karakterlerin oraya ait olmadığı hissettirilir. Banliyödeki grafitiler, boş duvarlar ve çöp yığınları, karakterlerin yaşadığı çevrenin sertliğini vurgularken, Paris’te gittikleri lüks mekânda kamera açılarının onları daha küçük göstermesi, aidiyetsizlik hissini güçlendirmektedir. La Haine, Fransız Yeni Dalgası kadar Amerikan sinemasından da ilham alan bir filmdir. Martin Scorsese ve Spike Lee gibi yönetmenlerin etkileri hissedilir. Özellikle Vinz’in Taxi Driver’dan Travis Bickle gibi aynanın karşısında kendini test ettiği sahne veya Spike Lee’nin Do the Right Thing’de kullandığı toplumsal gerilim anlatısına benzer yapısı, filmin sinemasal mirasının ne kadar geniş olduğunu gösterir. Kısacası, sinematografisi sayesinde de, bugün hâlâ sinema öğrencileri ve eleştirmenler tarafından detaylı bir şekilde incelenen, sinema tarihine kazınmış bir başyapıttır.
FİLMİN EVRENSEL ÖFKESİ
19 Mart’tan Ali İsmail’e kadar, La Haine’in Türkiye’deki yankılarını görmezden gelemeyecek bir noktadayız. Filmin bu evrensel öfkesi, Türkiye’de 19 Mart protestoları ve Ali İsmail Korkmaz’ın hikâyesinde somutlaşır. Tıpkı filmdeki gibi polis ve sivil şiddetiyle komaya giren Ali İsmail, 20 saat boyunca kasıtlı ihmale maruz kalmış, 38 günlük komadan sonra hayatını kaybetmiştir. Eskişehir’de dikilen heykeli ve annesi Emel Korkmaz’ın adalet mücadelesi, La Haine’in finalindeki patlamamış silah gibi askıda kalan bir hesap soruşturmasını hatırlatır. Berkin Elvan’ın gaz fişeğiyle vuruluşu ise filmin “50. kattan düşen adam” metaforunu Türkiye gerçekliğine taşır. 30 yıl sonra bile La Haine, İran’daki gençlerin çığlıklarında, Şili sokaklarındaki öğrenci isyanlarında, Kolombiya’daki gençlik hareketlerinde yeniden hayat buluyor. Filmin o unutulmaz final repliği, tüm bu direnişlerin ortak paydası olmaya devam ediyor: “Önemli olan düşüş değil, yere çarpma anıdır.”
Bugün Saraçhane’de TOMA’ların önünde duran gençlere baktığımızda, Kassovitz’in kareleriyle ürkütücü bir benzerlik görüyoruz. Nefret hâlâ düşüyor – ve yere çarpma sesi her geçen gün daha yakından, daha gürültülü biçimde duyuluyor. Film, yalnızca bir sinema eseri olarak değil, aynı zamanda bir uyarı, bir ayna ve belki de en önemlisi, bir dayanışma çağrısı olarak varlığını sürdürüyor.
(Birgün, 06,04.2025)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN