Duygu ERGÜN
“Kızılderililer ölen geyiğin ruhunun çevrede dolaştığına ve her şeyi gördüğüne inanırlardı.”
Dünyanın her yerinde ve her zaman diliminde insanlar etraflarındaki hayvanlara çeşitli anlamlar yüklemiştir. Nedenini çok düşünmesek de baykuşun uğursuzluk getireceğine, kara kedinin nifak tohumları ekeceğine, leyleğin çok gezmeye delalet edeceğine, karıncaların bereketine ve daha nicesine inanırız. Bugün sebebini bilmeden inandığımız bu birçok inancın mitolojik kökenlere dayandığını söylemek mümkün. Kızılderililerin kutsallık atfettiği geyik de işte böylesi bir mitosun ürünü.
Aslı Tohumcu, yeni romanı Cevizin Şarkısı’nda biri gebe üç yavrusunu boynuzlarına takan bir dişi geyiği dolaştırıyor. Gerçek ile hayalin birbirine karıştığı; büyüler, rüyalar, ilenmeler, günahlarla dolu, tıpkı bir bahçedeki cevizlerin kökleri gibi birbirine dolanan karmaşık yollardan geçiriyor bizi. Tohumcu, bir kadının başka bir kadını sevmesinin her türlüsünün mümkün olmadığı bir hikâye kuruyor. Altmış sayfaya sığdırdığı meramıyla üç kadın ve bir kız çocuğunun üç nesillik sırrını üflüyor kulağımıza: Cemile, Elif, Ayşegül ve Ayşegül’ün kızı Sezen’in katillik âlemine geçişini. Bu üç kardeş ve bir kız çocuğu, Suzan ile Muhtar’ı öldürüyor. Suzan, üç kardeşin anneleri, Muhtar ise kiminin babası kiminin kocası. “Üç nesillik sır” diyoruz ancak bu sır, ser verip söylenmeyecek cinsten değil. Aksine anlatmaya bir başlayınca kırk yıl kırklansak arınmayacak günahlarımızın bir nebze olsun hafiflemesine fayda!
Ayşegül, “annemin hikâyesini dinlemeden onu neden öldürdüğümüzü anlayamazsınız” diyor. Hikâyenin ilk kurbanı Meryem. Kötülüklerin en büyüğünü çocukken babasından gören; eli şifalı, rüyalarında geleceği gören Meryem kız kardeşi Suzan’ı doğuruyor. Meryem’in rüyalarına sürekli olarak geyik suretiyle giren Suzan’da ne anneliğe ne evlatlığa sığan bir şeytani taraf var. Suzan boynuzları dünyaya saplanan, kudreti kendinden menkul bir geyik adeta. Cemile, Elif, Ayşegül ve Sezen, ölüsünün de dirisi gibi birtakım fesatlıklara karışabileceğinden korktukları için salonun ortasına gömüyorlar onu. Ağzına tuttukları ayna ile de iyice bir emin oluyorlar öldüğüne. Biraz dünyevi biraz uhrevi, bütün kasabaya geyikli bir rüya ile malum olan bu cinayeti ve perde arkasını yüreğimiz titreyerek okuyoruz. Kitabın kapağını kapatıp, yazgı deyip tevekkül edince dinmiyor sızımız, bizi teğet geçen acılar şükür sebebimiz olmuyor. Yaşaması da yazması da zor olan bu hikâyeyi okuyunca kâbus bitmiyor, tıpkı Suzan ve Muhtar’ı öldürünce üç nesillik hatıraların silinip gitmeyeceği gibi.
Düşünmeye başladığımızda karşımıza ilk, cesetlerini boynuzlarına takarak gezen o geyik çıkıyor. Okuduğumuz masal mı gerçek mi karışıyor; rüya mı diye çimdikliyoruz kendimizi. Değil. Zaman ve mekânın belli olmadığı bir yerde yaşayan ve “on parmağının on biri de istediği her yere giren” o Muhtar, İstanbul Bahçelievler’de sekiz yaşından beri cinsel istismarda bulunduğu torununun doğurduğu çocuğun babası olan bir dede suretinde beliriyor. Antalya’da, babası tarafından altı yıl boyunca cinsel istismara uğrayan ve doğurduğu iki kardeşi anne ve babası tarafından öldürülen zihinsel engelli bir genç kızı görüyoruz sonra. Toynak sesleri yükselip “terazisi cinlerin salıncağına dönen rabbin yazgısı”yla sallandıkça anımsadığımız her hikâyede yaşadığımız cehennemin bir başka duvarına çarpıyoruz. Aile dediğimiz ve kutsallık atfettiğimiz kurumun kırdığı kolları nasıl yen içinde bıraktığını görüyoruz. Asla bitmeyen, sürekli yenilenen bir kâbus yaşadıklarımız. Ne ilk ne de son olacak bu biçare çocukların yazgısını yazan kalem başka çocukların kaderini henüz yazmadan karalayabiliyor.
Aslı Tohumcu, boynuzlarını dünyaya saplayan o geyiklerin canımız çıkana kadar bizi nasıl kucakladığını; aynı kök halı etrafında oturduklarımızın, aynı cevizin gölgesinde büyüklerimizin bizi nasıl ortak bir şarkıya kilitlediğini anlatıyor. Rüyalar, mistik öğeler, hayal ve gerçekle zenginleştirdiği romanında iki âlemi de yoklayan Tohumcu, “hayatlarının canavarlarından kurtulmaya çalışan bütün kadınlar”ı çığlık çığlığa söyleyecekleri başka bir şarkı yazmak için bir araya getiriyor. ‘Cevizin Şarkısı’, ilk cümlesinden son cümlesine nakış gibi işlenen, gözlerini kalbimize dikerek gürül gürül akan bir roman. Okuru, anlayanı bol olsun…
(Birgün, 12.04.2022)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN