Fikret İlkiz
Asıl adı Kemal Sadık Gökçeli. Van Gölüne yakın Ernis (günümüzde Ünseli) köyünden Rus işgali nedeniyle göç eden ailesi Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyüne yerleşmiş. Yaşar Kemal bu köyde 1926 yılında doğmuş ama doğum yılı 1923 olarak bilinir.
“İlkin hikâyeyle başladım ben. İlk hikâyem ‘Pis Hikâye’, ikincisi “Bebek” hikâyesi. ‘Bebek’ hikâyesini Cumhuriyet’e getirdim. Cumhuriyet’te, aşağı yukarı Türk basınında da ilk çıkan yazım odur. On gün tefrika edilmişti. Ben aslında iş aramak için başvurdum Cumhuriyet’e. Nadir Nadi, benim bu ‘Bebek’ hikâyesini sanırsam okumuş, beni Cumhuriyet’te röportaj yazarı olarak aldı. Bir çeşit rastlantı gibiydi bu. Sonra ister istemez röportaj benim işim oldu.”
(…) İnsanoğluna yeni bir yaklaşım söz konusu. İnsan gerçeği ne? İnsan, bizim ne kadar gerçek bildiğimizde yaşıyor, ne kadar düşte yaşıyor? (…) Ben romanıma Binboğalar Efsanesi adını koyduğum zaman, temeli var bunun. İnsan ne kadar efsane yaratıyor? (…) Binboğalar Efsanesi dediğim zaman, efsane yazdığımı sanıyorlar. İnsan gerçeğini, düşte ve gerçekte karmakarışık yaşayan insanı vermek istiyorum. Bu röportajda saptadığım da bu oldu. Ondan sevdim. Bir baktım, çocukların karmakarışık düşleriyle gerçekleri. Düşünü gerçek gibi, gerçeğini düş gibi anlatıyor. Öyle de yaşıyorlar zaten” (Kemal Özer’in Yaşar Kemal ile yaptığı röportajdan. 13 Eylül 1975 Cumhuriyet. Y.Kemal. Çocuklar İnsandır. YKY).
Gerçeklerden hangisi gerçek, hangisi düş?
Bir romanında dillerden düşmeyen bir kuş anlatır. Kuşun sesi duyulur, kimse göremezmiş. O kuşun sesini yalnız ermişler gibi yüreği pirüpak olanlar duyarmış… Kuşu görenler de ölümsüzlüğe kavuşurlarmış. Roman kahramanlarından birisi de Cizreli Faki… Kuşun sesini bilmiyormuş. Ama masal anlatıcı “O kuşun sesini duyan kendinden geçer, sevinçten deliye döner, anasından yeni doğmuş gibi olur” demiş.
Türkiye’nin ve Dünyanın efsane edebiyatçısı Yaşar Kemal böyle anlatıyor… Kuşun sesi duyuluyor ama kendisi görülemiyorsa eğer; bir gören gördüğünde ölümsüz oluyorsa, acaba hangisi gerçek ve acaba hangisi düş?
Belki de o kuşun sesini duymak gibidir romanlarını okumak!
Sonrası kitabından birkaç satır okumak ve saygıyla anmaktır…
“Bütün Çukurova’yı, bataklıkları dolaştı, çok kuş gördü, çok kuş sesi dinledi. Dağlara çıktı, yörük çadırlarında geceledi. Çok kimseye, sesi duyulup da kendi gözükmeyen kuşun sesini duyup duymadıklarını sordu. Hiç kimse böyle bir kuşu görmemiş, böyle bir sesi duymamıştı ya, kadim zamanlarda böyle bir kuşun sesini duyanlar varmış. Bu kuşun sesini hekimler hekimi Lokman Hekim de duymuş. Lokman Hekim kuşun sesini duyunca ermiş mertebesine erişmiş. Artık dağda bayırda, ovada, çölde, her nerede dolaşırsa dolaşsın bütün çiçekler, otlar, çalılar, ağaçlar dile gelip hangi hastalığın devası olduklarını ona söylüyorlarmış. Lokman Hekim de otları, çiçekleri, yaprakları topluyor, köy köy, çadır çadır, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşarak şifa dağıtıyormuş.
Lokman Hekim böylece şifa dağıtarak doksan yaşını geçmiş. Bir gün Toroslardaki Pos ormanında dolaşırken o kuşun sesini duyup bir hoş olmuş, bu sesi bunca yıl sonra gene duyduğuma göre bana yeni bir giz daha açılıyor, demiş. Pos ormanını dolaşarak günlerce düşünmüş, sesin gizinin ne olduğunu anlamış. Pos ormanı bir sedir ormanıymış. Her bir ağacı kalem gibi, uzun, göğe ağarmış. Yaşlı ağaçlarının gövdesini üç adam el ele verse çeviremezmiş. Ağaçların yaşı belli değilmiş. Ben, demiş Lokman, ölümün ilacını bu ormanda bulacağım. Başlamış aramaya. Bir gece seher yeli eser, tanyerleri ışırken kulağına uzaklardan gelir gibi duyulur duyulmaz bir ses gelmiş. Ses, kuşun sesine benziyormuş. Kulak kesilip dinlemiş: Ben ölümün ilacıyım, ölümün ilacıyım, ölümün, ölümün ilacıyım, diyormuş ses. Ses, aşağıdaki bin yıllık ulu ağacın altında kaynayan pınarın başındayım, diyormuş. Gün doğmadan beni oradan al! Ses kesilmiş, Lokman ağacın altına koşmuş, yeşil bir ot, dimdik, ışık saçıyor, pınarın dibini, bütün yöreyi, uzunca bakınca gözleri kör edecek kadar, ışığa boğuyormuş. Lokman gelmiş pınarın başında durmuş kalmış, bir türlü elini ota süremiyormuş. Böyle bir süre elini ota değdiremeden beklemiş. Sevincinden ne yapacağını bilemiyormuş. İşte, ölümsüzlüğün karşısında, nerdeyse şafak atacak, gün doğacak, ölümsüzlüğün ilacı ışığa karışacak, bir kuş olacak uçup gidecekti. Sevinç, telaş, ikircik, gün doğdu doğacak, Lokman, bütün gücünü eline topladı, uzandı, ot hemen ona doğru eğilip eline geldi. O da uzun otu aldı koynuna soktu. Bedeni, yanı yönü ışıdı. Bir ışık yumağı olmuş koşuyor, koşarken geçtiği yerleri ışığa boğuyor, insanlara ulaşmaya çalışıyordu. Ovaya kadar koştu. O kadar yorulmuştu ki, ilerde tepeden tırnağa apak çiçeğe durmuş ağaç gözüne çarptı, ağacın dibine canını zor attı, sevinçten yorulmuştu, yere oturur oturmaz yandaki tümseğin üstüne başını koydu, hemen de uyuyuverdi.
Ağacın dibinde, derin, karanlık bir kuyu vardı, derinliği ölçülemez, dibi ışık görmemiş kuyudan uzun bir karayılan çıktı, yılanın derisi otun ışığında menevişliyordu. Yılan aktı geldi, Lokmanın yöresinde üç kez dolaştı. Başını kaldırdı Lokmanın yüzüne uzun uzun baktıktan sonra koynuna girdi, ölümsüzlüğün otunu aldı çıktı. Ağzında yeşil ot, ortalığı ışığa boğdu. Karayılan kuşkuyla başını kaldırdı, Lokmanın yüzüne baktı. Uyuyan yüz rahattı, mutluydu, belli belirsiz de gülümsüyordu. Yılan döndü, ağzında yeşil ot, kara sırtı menevişleyerek, karanlığına hiç ışık işlememiş, kuyunun ağzına geldi, tam bu sırada da Lokman hoplayarak uyandı, vardı kuyunun başında durdu, otu götüren karayılan baş döndürücü bir hızla iniyordu. Lokman, yılan akıp gidinceye, ışık tükeninceye, kurşun geçirmez karanlık kuyuyu dolduruncaya kadar kuyunun ağzında boynu bükük bekledi.
O gün bugündür, tanyerleri ışıdı ışıyacak, oradan geçenler, her zaman çiçeğe durmuş o ulu ağacın altında bekleyen, kuyunun ağzına eğilmiş Lokman Hekimin belli belirsiz karartısını görürler.” (Yaşar Kemal. Karıncanın Su İçtiği. YKY. İstanbul. Mart 2012. 9 Bası. Sayfa 344)
Bir gün siz de Toroslardaki Pos ormanlarında o kuşu aramaya çıkarsanız; o ulu ağacın altındaki kuyunun ağzına eğilmiş bekleyen Lokman Hekim’i gördüğünüzde, yanındaki belli belirsiz karartısıyla duran Yaşar Kemal’dir.
Romanlarını; çocuk gibi, düşlerini gerçek gibi, gerçeğini düş gibi yazdı.
Yazdığı gibi; yaşadı… Saygılarımla.
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN