Tuğçe MADAYANTİ DİZİCİ
Duyguları tetiklediği için mi sevdik Uysallar’ı; sadece bu değildi elbette gözümüzü ayırmadan bölümleri devirmemizin sebebi. Esas sebebi gerçeklik ile güçlü bağı ve yaratıcılardan kopan çığlığın rahat duyulmasıydı.
Kot montumun markasını yırtıp sırtına duvar spreyi ile barış işareti çizip Köprüaltı Kemancı’da veya Abdullah Sokakta veya Sirena’da veya Haydar’da arkadaşları ile buluşmaya giden ben ile bugün kırk yaşına gelmiş bir akademisyen sinemaya yazarı olan ben ve dönemin İstanbul’unun yeraltı punk sahnesinden olan eşimle birlikte izledik Uysallar’ı. 90’larda Hesse’den Bozkırkurdu okuyup ezberlemiş bireyler olarak, çoğunluğun aksine belki bazı açılardan biraz fazla içsel bir yolculuk oldu bu bizim için. 90’lar gençliğinde toplumsal dayatmalara daima karşı koyan bir başkaldırışa sahip olanlar anlayacaktır. Varoluş sancılarına eşlik eden edebiyat ve müzik ile hayata başlayan isyankâr ruhlardan pek çoğu zamansızca aramızdan ayrıldı, bir kısmı tavşan deliğinde kayboldu, çoğunluğu ise sistemin bir parçası oldu. Bütün bu çarpıcı duygu ve düşünceleri tetiklediği için mi sevdik peki biz bu diziyi; hayır sadece bu değildi elbette gözümüzü ayırmadan bölümleri devirme sebebimiz. Nitekim ilk kez bunu yapan bir yapım izlemiyorduk. Esas sebebi Uysallar’ın gerçeklik ile güçlü bağı ve yaratıcılarının içlerinden kopan gerçek çığlığın gayet rahat duyulur olmasıydı.
KLASİK OLANDAN DAHA SİMGESEL
Olgunluk çağındaki ana kahramanımız Oktay (Öner Erkan), umutsuzluk ve melankoli içerisinde zevk almadığı bir dünyada kaygı ve beyhudelik içerisinde dolaşan bir karakter. Bastırılmış öfkesinin yabancılaşma duygusu ile birleştiği noktada ailesinin arasında dahi yurtsuz ve yapayalnız gezen biri. Üzerini ve etrafını sarmış olan sis ile Oktay’ın yarı gerçek çeyrek gerçeküstü bir yola sapmasıyla, hikâyedeki her karakterin beden, ruh ve akıl hapishanelerine de uğruyoruz. Oktay’ın kendisiyle ve kişiliğinin bastırılmış yönleriyle yüzleşmesi, bir yanıyla, Bozkırkurdu’ndaki Harry Haller’ın “Sihirli Tiyatro. Herkes Giremez. Yalnızca Kaçıklar İçin!” ışıklı tabelasını görüp içeri girmesi gibi bir yerde duruyor aslında. Ama aynı zamanda dizinin kimlik arayışı ve yüzleşmeden başka dertleri de var. Seyirciyi tinselliğinin derinliklerine tam götürmeyerek, gerçeklik ile yakın temasta tutarak toplumdaki değişimleri, eleştirel gerçekçiliğe yakın duran bir yerden görmek. Bunu yaparken de toplumcu gerçekçiliğin aksine estetikten ödün vermeyen iddialı yapısı onu sinemasal anlamda da ileri bir seviyeye taşımakta. Sanat sinemasına yakın duran, ancak klasik anlatıyı da terk etmeyen bir sinema dili var Onur Saylak’ın. Aslında Onur Saylak’ın bu arada duran dili, hem yeraltı edebiyatı hem ana akım edebiyata aynı anda dâhil olabilen Hakan Günday kalemi ile paralel bir durum. İkilinin birlikteliğinden doğan işlerin başarılı sonuçlanmasının sırrı da bana kalırsa ziyadesiyle burada yatmakta. Saylak’ın anlatım dilini ve mizansenini klasik olandan daha simgesel kurması mekanik bir tercihten öte. Yönetmenin bu tercihi, kafasında hayal ettiği sahneyi, genel seyirciyi kaybetmeyi göze alırcasına kamerasından görmek istemesi ile alakalı cesur bir yere konumlanmakta.
BENLİK ARAYIŞINDA KAYBOLANLAR
Dramatik aksiyonu oldukça yoğun olan dizi, kahramanlarının içsel dünyaları üzerinden içinde bulunduğumuz çağın düşünce ve duygu biçimlerini kaliteli diyaloglar ve anlaşılır metaforlarla anlatmakta. Başta Oktay olmak üzere karakterlerin sosyal psikoloji ve felsefe bakış açısından kimlik sorununun da ele aldığını eklersek, hikâyesindeki ironilerin ne denli haz verdiğini görmek mümkün. Berhudar’ın (Haluk Bilginer) üzerindeki bürokrasi kokusu, Mert’in (İbrahim Selim) var olan siyasi atmosferden paranoyaya varan endişeleri, Nil’in (Songül Öden) 18’inci yy.dan sonra estetik değere dönüşen güzellik kavramı ile mücadelesi gibi hayatlarımızda kavramsallaştırarak tartıştığımız daha pek çok şeyi bulmak mümkün. Büyüyen kapitalist iştahın akıl yitirten hızında, insanın kaybolmaması zaten pek mümkün değil. Bu durumda “Ben kimim?” sorusu ile birey, kendi sosyo-ekonomik ve kültür çerçevesinden, post-modernizm sonrası gelişen kişinin iç dünyasına yönelik cevap araması da yadsınmamalı. Uysallar’ın en değerli bulduğum mesajlarından birini Oktay’ın “… sokağa çıkıp bir slogan atmadım. Ne bileyim bir pankart taşımadım… bu hayatta hiçbir şeyi protesto etmedim ben” öz eleştirilerinde buluyorum. Oktay’ın bu çıkışı, sonu gelmeyen benlik arayışlarında kaybolanların, içinde yaşadıkları toplum ve dünyadaki büyük sıkıntıları görmezden gelmeleri ile apolitik bir şekilde ilkesizleşmeye karşı yapılmakta.
SEYİRCİYİ KURTULUŞA GÖTÜREN HİKÂYELER
Uysallar Türkiye’de yapılmış en iyi ilk üç diziden biri. Yer yer kolay anlaşılır olsa da, belli bir duygu, düşünce durumundan geçmemiş insanlar için de yakalanması zor bir iş. Oyunculuk yönetiminin ne kadar önemli olduğu, iyi bir yönetmen ve senaryo ile oyuncularımızın neler yapabileceğini Uysallar sayesinde bir kez daha görmüş olduk. Ancak bir ismin altını özellikle çizmek istiyorum ve Durukan Ordu’yu tebrik ediyorum. Moloz’ları çok, ama çok iyi tanıyan biri olarak, Ordu’nun onları nasıl bu kadar doğru yerden yakalamış ve canlandırmış olduğunu şaşkınlık içerisinde izledim ve Moloz’un kurgu karakter olduğuna uzun süre inanmakta zorlandım. Seyirciyi kurtuluşa götüren hikâyeleri severim. Tam da bu sebeple dizideki favori karakterim Moloz’dur (Durukan Ordu). -Mesele kendini mi bulmak kendinden vazgeçmek mi?- sorunsalının çözümünde, Oktay’ın kurduğu düzen içerisinde özgürleşemeyeceği anlaşılırken, Fevzi ile bir ara yol bulunmuş ama en has çözüm Moloz’un üzerinden sunulmuş. Dizideki punk kültürünün bir uyarıcı olarak kullanıldığını ve bu tercihin aslında özellikle 90’ların İstanbullu ve Ankaralı metalcisi, rockçısı, hippisinden oluşan isyankâr gençliğin hoş bir toplamı olduğunu düşünüyorum. O yüzden diziyi punk kültürü ile ilgili teste sokanlar abesle iştigal ediyorlar. Neyse fazla ciddileşmeyelim, “…Ciddilik zamana aşırı değer verilmesinden kaynaklanır. Ben de bir vakit zamanın değerini gözümde fazla büyütmüştüm, yüz yıl yaşamak gibi bir isteğe yer vermiştim gönlümde. Yaşamda ise biliyor musun, zaman diye bir şey aranmaz; sonsuzluk dediğimiz yalnızca bir an’dır…”*
(Birgün, 09.04.2022)
*Hermann Hesse, Bozkırkurdu
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN