Canan EKİNCİ YILMAZ
Bireysel silahlanma üzerine çalışmalar yapıp raporlar yayınlayan Umut Vakfı’nın bireysel silahlanmaya ilişkin 2023 verilerine göre, Türkiye’de 4 milyon ruhsatlı, bunun 9 katı kadar (36 milyon) ruhsatsız silah var ve silah edinim sayısı her yıl yüzde 3.5 artıyor. Silahı olanların öldürülme olasılıkları ise 5 kat daha fazla.
Umut Vakfı’nın Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Ayhan Akcan yaptığı açıklamada, “2023 yılı vakalarına göre 211 günde toplam bin 938 vaka var. Bunların içinde maalesef bin 200 kişi silahla cinayet işlemiş. Bunun yaklaşık yüzde 20’si otomatik dediğimiz, pompalı veya keleş dediğimiz silahlarla geri kalanı da tabancayla. Hatta yüzde 4’ü beylik tabancası; yani ben silah alırım ama kendimi kontrol ederim deyip, o şekilde kullanılma tarzında. Bunların yaklaşık yüzde 20’si aile içi şiddette maalesef kullanılmakta. Ayrıca Türkiye’deki cinayetlerin yüzde 85’inde de aynı zamanda silah kullanılmakta. 2023 verileri bu şekilde” diyor.
Yazının girişinde zikredilen 36 milyon rakamı sizi de ürpertmiştir. Yaklaşık 85 milyon olan nüfusumuzun üçte birinden fazlası, hatta neredeyse yarısı bireysel silahlı. Yani en ufak bir olayda şak diye vurulabiliriz. Olmadı serseri bir kurşunun ya da yorgun bir merminin kurbanı olabiliriz. Üzerimizden vızır vızır mermiler geçiyor demektir bu. Savaşta mıyız? Çanakkale Savaşı’nın en bilinen görüntüsü olan mermilerin birbirine havada çarpışarak kaynadığı o görüntüyü hatırlarsınız. Ramak kaldı desek yalan olmaz.
Hızla artan bireysel silahlanma sonucu öldürmek daha kolaylaştı. Herkes birbirine “sıkıyor”. Beline silahı takan kendisini dünyanın hakimi sanıyor. Anlaşılan o ki kimse kendini dövüşerek yormak istemiyor. Ya da dövüşmeyi gö(z)ü yemiyor.
Tüfek icat olunca mertlik işte böyle bozuluyor. Karşısındakine şamarı bastı mı ağzını yüzünü dağıtacak dağ gibi bir adam, tıfıl bir şahsiyetin silahından çıkan minicik bir mermi ile yere yıkılıyor. Dağ gibilik ve tıfıllık arasındaki orantısız güç böylece eşitleniyor…
Birey olamayanlar silahlanırsa
Son dönemlerde silah ile öldürmeler o kadar arttı ki, hangi birini anlatsam bilemedim. 6 Eylül günü gördüğüm bir haberde, “Diyarbakır’da bir şahıs, evlenme isteğini kabul etmeyen ve başkasıyla evlenen kadının düğününü bastı ve damada sekiz el ateş etti.” Videodan canlı canlı izlediğim olayda silahlı kişi düğün salonuna geliyor, o anda salona giriş yapan çiftin arkasına yaklaşarak kurşunları damadın üzerine boşaltıyor. Birey olamamış bir kişi, konuşmayı beceremediği gibi kavgayı da mertçe edemiyor.
Yedi-sekiz kişi bir kişinin tepesine çullanabiliyor mesela. Kavgayla alakası olmayan bir kişi elinde bıçağı yerde savunmasız debelenen kişiye defalarca saplayabiliyor. Atılan tekmeler yere devirdikleri şahsın ağzını burnunu kırıyor, ciğerini böbreğini patlatıyor, kafatasını dağıtıyor. Ne gam! Dövenler “Ne güzel dövdük ama!” diye arsızca övünüyorlar yaptıklarıyla.
Ah ne güzel?
Ya da güzel olan ne? “Siz hepiniz, öteki tek” olması mı? Bununla mı övünüyorsunuz?
Sığınmacı şiddeti
Kadına şiddet ve kadın cinayetlerine eklenen başka bir şiddet modeli var bu aralar. Düzensiz göçmenlerin, sığınmacıların ve mültecilerin yerli halk ile yaşadığı şiddet. Daha birkaç gün önce Karacabey’de 22 yaşında zihinsel engelli bir genç, biri 16, diğeri 17 yaşında olan Suriye uyruklu iki genç tarafından başına silah dayanarak öldüresiye dövüldü. Üstelik bu görüntüler dövenler tarafından videoya kaydedilerek sosyal medyada paylaşıldı. Şiddet uygulayanlar tutuklandı, görüntüleri sosyal medyada paylaşan ise adliyeye sevk edildi.
Maalesef ki yurdun dört bir yanından sığınmacılar ile yerli halk arasında yaşanan şiddet, tecavüz ve cinayet haberleri yağıyor… Bu da “aşırı milliyetçiliği” her geçen gün daha görünür hale getirip, hepimizi gidişat üzerine sorgulatıyor…
Örnek değil, ibret alınası
Kısa bir belgesel film olan “Ordinary Men / Sıradan Adamlar”da, İkinci Dünya Savaşı esnasında sıradan insanlar olan Alman halkından bir kesimin nasıl olup da birer katile dönüştüğü anlatılır.
Marangoz, kasap, manav, bakkal, terzi gibi sıradan insanların uygun şartlar oluştuğunda nasıl katil olabildiklerini görürüz. Tarihçiler ve sosyloglar eşliğinde anlatılan film, bu korkunç yolculukta bazılarının yaptıklarından pişman olurken ya da öldürmeyi reddederken, bazılarının öldürmekten zevk alır hale gelmesini irdeliyor.
Almanların işgal ettikleri bölgelerde asayişi korumak amacıyla oluşturdukları taburlara başvuru inanılmaz boyuttaydı. İnsanlar savaşa gidip çarpışmak yerine asayişi sağlamayı tercih ediyordu. Ancak başlarına ne geleceğini, neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Toplanan Yahudilere hiçbir ayrım gözetmeksizin, yüzleri kendilerine dönük halde, bazen de enseden, ama hep yakın mesafeden ateş edecek, açtıkları hendeklerin başında tuttukları kurbanların birbiri üzerine hendeğe devrilişlerini izleyeceklerdi. Bu “temizlik hareketi” için 130 tabur oluşturuldu.
Bazıları bu vahşeti reddedip taburdan ayrılsa da bazıları taburda kaldı. Kalanlar daha az mermi harcamak adına türlü taktikler geliştirdi. Çocuğu annesinin kucağına vererek bir mermi ile ikisini de öldürmek gibi mesela. Tabii onlar da kendilerince haklıydı(!). Anne çocuğun öldüğünü görüp delirmiyordu, çocuk da annesiz kalmıyordu. Yaptıkları, yaptıklarına bahane üretmek ve ruhlarını bir nebze olsun rahatlatmaktı. Hem onlar sadece emirleri uyguluyordu (!). Suçlu sayılmazlardı(!)…
(İkinci Dünya Savaşı sonrası Uluslararası Uzak Doğu Askeri Mahkemesi’nde yargılanan Japon generaller de savunmalarını, “sadece Kral’dan aldıkları emri uygulamak” üzerine kurmuşlardı. Onlar emri rededemezdi. İmparator Hirohito ve Prens Asaka da yargılanamazdı. İki yıl süren ve 11 yargıçın katıldığı 28 sanıklı dava yedi generalin idamı ile nihayetlendi. İki sanık mahkemeler sırasında ölmüştü. Bu süreç dört bölümlük mini belgesel dizi Tokyo Trial’de gerçek görüntüler eşliğinde anlatılır.)
Kötülüğün sıradanlaşması
Esas mesele şuydu ki, nasıl olmuştu da hiçbir hazırlık, seçim, telkin ve Nazileştirme olmadan, bir yıl önce başını elbisenin üzerine eğimiş dikiş diken, iki eliyle kavradığı rendeyi tahtaya kuvvetlice sürten, kilo kilo elma-patates satan adamlardan oluşan bu taburlar Alman asayiş polisindeki en verimli polis mangasına dönüşmüş, Nasyonal Sosyalistler iktidarda olduğu süre içinde de varlığını sürdürmüştü. Taburların büyük çoğunluğu sıradanlaşan kötülüğün sıradan köleleri haline gelmişti.
Filmde konuşan Sosyal Psikolog Haral Welzer, “Şahsi veya psikolojik gerekçe olmadan başkalarını öldürmeye iten mekanizmalar mevcut. İnsanlar ‘Ben çarkın dişlisiyim, sorumlu değilim’ diye düşündüğünde, bu mantıkla neredeyse her şey mümkündür. Birini teoride farklı olarak tanımlarsam ve uygulamada onlara farklı davranırsam, o kişiye karşı şiddet kullanma isteği doğal olarak artacaktır.” der. Toplumu onlar ve biz olarak ayırmanın bedeli, milyonlarca insanın öldürülmesi ya da yer değiştirmesidir.
***
Benim yıllardır korktuğum ve artık içinde yaşadığım durum budur. Kötülük sıradanlaşmış ve şiddet her boyutu ile, hiçbir bahane olmaksızın, incir çekirdeğini dolurmayacak sudan sebeplerle uluorta her yerde işlenir olmuştur. Yeraltı dünyasının hesaplaşmaları AVM’lerde karşılıklı silah çekerek yaşanırken, o anda orada bulunan herkesin can güvenliği tehlikeye atılmıştır. Katiller ve dolandırıcılar ülkede cirit atarken sivil halk savunmasız kalmıştır. Devletin koruyup kollaması gereken halk, kolluk kuvvetleri arasına karışan mafyatik tipler vesilesi ile daha da mağdur edilmiştir.
Bu vatana kanını canını vermiş insanlar, yeni gelenler sebebiyle yerinden edilmiştir. Giderlerse gitsinler denilerek en değerli hazinemiz olan “beyin takımlarımız” ülkeden göç etmiştir. Kucak açtığımız müslüman din kardeşlerimiz kucağımıza oturup boğazımıza çökmüştür. “Biz ve onlar” ayrıştırmacası yeni bir boyuta taşınmış, gerilim had safhaya
çıkmıştır.
Sıradan bir vatandaş olarak bu felaket daha nasıl görmezden gelinir ve düzen nasıl sağlanmaz anlamış değilim…
Yoksa “yeni düzen bu düzen” mi, onu da sorgulamıyor değilim…
(bursaport, 15.09.2023)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN