Caner ALMAZ
Ayfer Tunç, 4 yıl aradan sonra “Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura” ile karşımızda. Okuru; acının insan ve yaşam arasında bir kesişme noktası olduğunu hatırlatan, acısı acısına denk düşenlerin birbirini anlayabildiği bir dünyaya götüren yeni romanını, Ayfer Tunç’la konuştuk.
“Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura” neredeyse tüm karakterleri acı yüklü bir roman. Mutsuzluğa ve hayatın acımasızlığına yönelik tespitler yapan gerçek karakterler okuru bekliyor. Bu karakterler nasıl doğdu; yazma sürecinizde sizi en çok yoran ya da kendinize yakın hissettiğiniz karakteriniz hangisiydi?
İnsanın yarına uyanmasını sağlayan temel unsurlardan biri mutluluk beklentisi. Her gece yarının yeni ve mutlu bir gün olacağını umarak yatıyoruz. Mutluluk tarih boyunca süren bir arayış. Teknolojik gelişmelerin baş döndürücü bir hızla ilerlediği bu çağda acılar ve kötülük artıyor, mutluluk ve aşk arayışı daha umutsuzca, daha şiddetli yaşanıyor ve pek çok insan kendine neden mutlu olamadığını soruyor. Sosyal medya mecraları bu arayışın en yoğun görünür olduğu yerler. Bence bu bir duygu açlığını ifade ediyor. “Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura”da bu arayış sırasında karşılaşılan acı, umutsuzluk, kader, fanilik gibi kavramları ele almak istedim. Genellikle olduğu gibi kafamda önce mesele oluştu; bunda genetik bilimindeki gelişmelere dair her gün bir yenisini okuduğum haberlerin de etkisi oldu. Romandaki iki ana karakterin birine daha özel bir yakınlık hissettiğimi söyleyemem ama annesinden aldığı bozuk gen yüzünden ölüme yaklaşan Umut, yaşadığı açmaz nedeniyle daha özgün bir karakter olarak öne çıktı. Yan karakterler açısından Umut’un İstanbul’daki doktoru meseleyi ve hatta yaşadığımız çağı billurlaştırdığı ve daha soyut bir karakter olduğu için bende ayrı bir yeri var.
Bir yanılgıyı yaşıyor olabilir miyiz? Umut ve Sanem aslında zıt karakterler. Biri Sophie öncesinde huzurlu bir ailenin, diğeri ise mutsuz bir ailenin üyesi. Yolları kesiştiğinde acılarından bir birliktelik doğuruyorlar. Peki gerçekte bizi birbirimize bağlayan şeyler acılarımız mıdır?
Ailelerin mutluluğu diye başlarsak, Tolstoy’un “Anna Karenina”daki açılış cümlesini hatırlamakta yarar var: “Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” diyor. Başka kitaplarımda da referans aldığım bu cümlenin doğruluğunu da tartışmak istedim bu romanda. Umut çocukken bütün çocukların mutlu olduğunu sandığını söylüyor, mutsuzlukla yetişkinliğinde tanışıyor. Ama öyle midir gerçekten? Bir yanılgıyı yaşıyor olabilir miyiz? Bedelsiz mutluluk olur mu ve bir bedel varsa kim öder?
Bunlar mutluluk halini bulandıran sorular ve Umut’un dramı da bu. İnsanları birbirine bağlayan pek çok şey var ve günümüzde ne yazık ki genellikle maddi şeyler bunlar; sığ, kötücül ve yıkıcı bir zamanda yaşıyoruz çünkü. Toplumsal karakterimiz neredeyse “onda var, bende de olsun” değil, “bende yok, onda da olmasın” diye tanımlanabilir hale geldi.
Almancanın o muhteşem kelimesi “schadenfreude” yani başkalarının acısından gizli bir sevinç duymak yaygınlıkla karşılaştığımız bir durum oldu. Ortak ya da benzer acılar insanları birbirine daha çok yakınlaştırır, çünkü ortak ya da benzer acıyı çeken iki kişinin ilişkisinde “schadenfreude” durumu yoktur ve muhtemelen çevrelerinde onların acılarından gizlice sevinç duyan dost görünümlü düşmanlar vardır. Acı aynı zamanda bir bakıma haksızlığa uğramışlık duygusudur; bu da “acı çekenler safında bir araya gelmek” türünden bir tür ortaklık yaratır. Öte yandan yaşadığı acı insanı özel de kılar, bu nedenle Umut “İnsanlar acılarını anlatmayı severler. Acılarını anlatmak insanlara hayatlarının hakiki olduğunu, boşa yaşamadıklarını hissettirir” diyor.
Kitabın bir diğer ana kahramanı ise “Sophie”. Bir gen bozukluğuna ya da hastalığa somut bir kişilik, karakter verme fikri nasıl doğdu?
Meselesi olan hemen her romanın genellikle birkaç cümleye sığabilecek bir önermesi olur; edebiyat da bu cümlelerin doğacağı yatağı hazırlama işidir. Bunu yaparken benzetme, anıştırma, metafor türünden pek çok araç kullanırız. Kavramları kişileştirmek de bu yollardan biri. Amerikalı yazar William Styron’un “Sophie’nin Seçimi” adlı romanı, gördüğü büyük ilgi nedeniyle daha çok filmiyle bilinir. Bu hikâyede Naziler, Sophie adlı bir kadından, toplama kampına gönderilmek üzere iki çocuğundan birini seçip onlara vermesini isterler. Sophie bu seçimi yapamaz ve delirir. “Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura”da da benzer bir durum var; anne bozuk genini iki çocuğundan birine geçirmiş, ama seçimi anne yapmamış, kader yapmış. Anlatıcı da bu hikâyeden hareketle durumuna, daha doğrusu kaderine Sophie adını veriyor.
“Tura”’nın son bölümlerinde ve “Her Şey Çok Çabuk Kayboluyor”da insanın dünyadan tamamen silinmesine, kaybolmasına yönelik ağrılı, acılı bölümler var. İnsanlar ömürlerini tüketirken, hayatta gerçekten nasıl bir iz bırakabilir ya da böyle bir iz bırakmalı mı?
Bence bu kendimize kolayca sorup cevap alabileceğimiz bir soru değil. Varoluşumuza içkin bir durum, çoğu zaman farkında olmadan cevaplıyoruz bunu, örneğin çocuk sahibi olarak. Yine doğanın yasalarına döneceğiz, gen aktarılmak ister, doğası budur; genin aktarımı da bir anlamda iz bırakmaktır. Yetişkinlerin çocuklarıyla probleminin kaynağı da budur, bıraktıkları izi kendi arzularına göre şekillendirememeleri. Ama görüntünün hayatımızı ele geçirdiği bu çağda ölümlere hiç olmadığımız kadar yakın ve aynı anda hiç olmadığımız kadar uzağız. Bir yandan gerçek hayatta birebir karşılaştığımız ölümler çok azalırken bir yandan da internet aracılığıyla her gün yüzlerce ölüm haberi okuyoruz. Kötülüğün bunca yaygın olduğu bir zaman ve zeminde anlam arayışımız da artıyor, hayatın anlamını sorguluyoruz. Ama acı olan şu ki buna ayırdığımız zaman çok çok az.
(Vatan Kitap, Şubat 2018)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN