Anıl Mert ÖZSOY
Özgür Çakır, şehrin yükünü sırtına alan insanları, bir vapura bindirip kaçırıyor. Çünkü herkes gibi o da yanana kadar pişenlerin yüreğini yalnızca masmavi bir denizin söndüreceğini adı gibi biliyor.
Çakır’ın, on iki öyküden oluşan Yükşehir adlı kitabı geçen günlerde raflardaki yerini aldı.
“Ne giderek uzayan günler, ne de poyrazda dalgalanan şampiyonluk bayrağı kimseyi sevindirebildi.”
Ana tema olarak genç bir erkeğin günlük hayatta karşılaştığı sorunları ele alan kitap, ustalıkla, eril dilden uzak duruyor. Hikâye kurgularında genel olarak anlatıcı erkek olmasına rağmen, kadın gözünden bakmayı başarabilen yazar, haklılığı aramak yerine öznel duyguları dillendirmeyi düşlüyor,
“Baharla beraber, dallarında meyveden çok dilek çaputu taşımaya başladı ağaçlar.”
Metinler, genel olarak İstanbul’un orta sınıf semtlerinde bira şişeleri etrafında dönen kurgularla okuyucu ile yan yana geliyor. Çoğu kez, şehrin ortasındaki bir fıskiye çevresinde toplanmış insanlar olarak öykülerin içerisine dalıyorsunuz. Çay altlıklarını küllük yapan, dertleşen insanlar olarak satırlara yoldaş oluyorsunuz.
Yazar, toplumsal olayların kıyısından geçen insanları göz bebeklerimizde görmeyi başardığı anlatılarla aslında ne kadar da sıradanlaştığımızı anlatma derdinin yanı sıra hayatın bizleri çaresiz bıraktığı anlarda fıskiyeyi kimin kırdığını bir kenara bırakıp kuruyan havuz fayanslarına kendi hikâyelerimizi çizmeyi ustalıkla başarıyor. Anlatılan metinlerde gösteriş unsuru, ölü sevicilik yerine net bir tavırla acının varlığını ortaya koyuyor.
“Mart güneşi çay ocağına, başka yapacak hiçbir şeyleri olmadığı için orayı doldurmuş adamların enselerine, yüzlerine vurup duruyor.”
Öykülerde günlük yaşamda kaybettiğimiz, empati ve hoşgörü gibi duyguların üzerine giderek okuyucunun dünyasına giren yazar, ders vermek yerine yarattığı kahramanların durum karşısında verdiği tepkilerle bizleri ters köşeye yatırıyor.
“En iyisi gitmek ama nereye?”
Metropollere sıkışmış orta direk memurların, öğrencilerin, işsiz insanların günlük yaşamda karşılaşabileceği durumları ustalıkla metne döken yazar, samimi dili ve akıcı ritmiyle derdimize ortak olduğunu sonbahar serinliğini hissettiren bir atmosferde sunuyor. Yazar, dili kullanırken günlük konuşmanın argo sözcüklerini, yapbozun ustalıkla yerine konmuş parçaları gibi kullanıyor.
“Mutluluk kapımı çalmadı gitti, dalımda bir yaprak görmedim usta.”
Anlatıcının, kendi kendisiyle konuştuğu sahnelerde, iç hesaplaşmayı, yaşam kaygısını ve umutlarını, komşumuzun dilinden dinliyoruz. Hiçbir dünya telaşına değişilmemesi gereken dostluklar yazarın metinlerindeki sığınma noktası oluyor.
Metinlerde yarattığı metaforlarla, fotoğraflama ve koku gibi öğeleri başarıyla sunan yazar, gerçekliği, tabir-i caizse, kalp atışı gibi hissettiriyor.
Gençliğin sancılı aşklarını anlatırken kullandığı üslup ile on yedisinde bir genci, sansürlemeden ve edebi dil kaygısı gütmeden metinle yoğuran yazar, kaybetmenin dünyanın sonu olmadığı önermesini naif betimlemelerle okuyucuya aktarıyor.
Baskıyı Durdurun adlı öyküde beyaz yakalıların ağır çalışma koşulları altında, kaybettikleri değerleri anlatan yazar, para kaygısının insan üzerindeki etkisini emekçi bir karakter üzerinden dillendiriyor. Okuyucunun kalbine Zorba’dan ‘Hayat beladır, ölüm değil’ cümlesini kazıyor.
“İlişkiler de tarhana çorbası yapmaya benziyor işte. Azıcık başından ayrıl topak topak oluyor.”
Yazar metnin son kısmında, kişisel buhranları, içinden çıkılmaz durumları anlatıyor. Şehrin yükünü sırtına alan insanları, bir vapura bindirip kaçırıyor. Çünkü herkes gibi o da yanana kadar pişenlerin yüreğini yalnızca masmavi bir denizin söndüreceğini adı gibi biliyor.
(Birgün, 20.11.2015)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN