Selçuk ÖZBEK
Yeni kitabı ‘Velhasıl’ ile okurlarıyla yeniden buluşan Ercan Kesal, “Sanatçı her insanın olması gerektiği gibi kendisine saygısı olan adamdır. Ama yeteneği imtiyazı değildir. Üstelik daha fazla sorumluluk yükler sahibine. Ve taraftır. Vicdanın, onurun, haysiyetin ve mazlumun tarafındadır” diyor.
Onu, kafa karıştıracak çoklukta meslek ya da sıfatla tanımlayabiliriz. Hekim, senarist, oyuncu, yazar… Benim içinse en çok abi ve aramızdaki haliyle ‘kanatsız süper kahraman’. Fakat üretimleri içinde ilgimi en çok çekeninin yazıları olduğunu söylemeliyim zira gerek BirGün Pazar’da editörlük yaptığım zamanlardan gerek Bavul dergideki görevimden dolayı en çok yazılarıyla haşır neşirim. Son birkaç yıldır Çukur dizisinde rol alan Ercan Kesal, bu süreçte yazmaya ara vermedi ve kitapları yayımlandı. Şimdi de yeni kitabı ‘Velhâsıl’ ile okuruyla buluşuyor. Bu nedenle ben de bu söyleşide kendisine, yeni kitabı ve yazmak üzerine sorular yönelttim.
“İnsanın dilini derdi belirler” diyorsun. Çok yönlü üretimleri olan biri olarak senin dilin en çok sinema mıdır, edebiyat mıdır ve tabii ki derdin nedir?
Derdim, içimden bir türlü çıkmayan sıkıntı. Geçmişte yapamadıklarımız yüzünden kurtulamadığım keder. Bu dünyadaki varlık nedenime dair bitmeyen anlam arayışım. Hepimizin derdi de bu değil mi zaten? Bu yüzden dilim en çok kelimelerden, şiirden, edebiyattan besleniyor. Sözlü bir kültürün çocuğuyum. Meddah geleneğinin ortasında bir çocukluk yaşadım. Ebemin, anamın, komşularımızın anlattıklarıyla, masallarla, efsanelerle, türkülerle büyüdüm. Bu yüzden yazdıklarım bu geleneğin devamı ve bir anlatıdan başkası değil.
Velhâsıl’da “Yazmak ya da hatırlamakla ilgili bir eyleme giriştiğimde hep bir anın, bir fotoğrafın peşine düşerim” diyorsun. Hatırlamanın senin için karşılığı nedir?
Baştan sona öznel bir mevzudur bu anı meselesi. Hatırlamak, seçerek unutmaktır çünkü. Her hatırladığımızı yeniden icat ediyoruz. Aynı hatırayı bile içinde yer alan herkes başka türlü tarif edebilir. İnsan hep kendi zaviyesinden kuruyor hayatı. Karmakarışık, savrulmuş bir halde bir köşede bekleyen yığının içinden anlamlı bir seçkiyi ancak bir kılavuz seçerek gerçekleştirebilirsin. Bu da bir fotoğraf, bir koku, bir nesne, bir ses çoğu zaman.
Elimizden tutuyor ve başka bir gerçekliğin içine doğru yola çıkıyoruz.
Biraz garip bir soru olacak fakat kişisel merakımı da gidermek adına soracağım. Bazı yazarların ilginç ritüelleri var. Örneğin Balzac yazarken kahve içer ve bir çeşit takke takarmış, James Joyce ışığı yansıtması için beyaz bir palto giyermiş, Hemingway ayakta yazarmış. Tabii en garibi ise Nabokov’un küvette yazması… Senin bir yazma ritüelin var mı? Ya da yazma süreci alışkanlıkların neler; müzik mi dinlersin, sessizlik mi istersin vesaire?
Yazının ana teması uzunca bir süre kafamda gezinir durur. Onunla yatar onunla kalkarım eni konu. Yürürken, çalışırken, bazen uykuya varmadan. Sonra bir an gelir ve hepsini hızla olduğu gibi bir çeşit bilinç akışı tarzında kağıda dökerim. Zanaatkarlık kısmı daha sonra. Masanın üzerindeki karmakarışık bir malzeme yığını gibi. Sonra kurgu dönemi başlar. Giriş, açılım, final, cümleler, paragraflar, imla. Nidalar ve sesler. Daha basit ve daha ekonomik nasıl anlatabilirim, onun peşine düşerim. Ama, ritüelim yok galiba… Sessizlik ve tek başınalık yeterli.
Her yıl bizi bir kitabınla buluşturduğun için sormak istiyorum abi, “yazmasam deli olacaktım” gibi bir hal mi seninkisi?
Yoo, hiç öyle bir duygu halinde olmadım. Ama üretmek, bir şeylerin ortaya çıktığını görmek iyi geliyor tabii ki. Bir de bu kitap biraz bakiye bir kitap oldu. 80’li yıllardan beri yazan birisiyim. Dergilerde kalan, pek kimsenin bilmediği hikâyelerim yazılarım da çıksın, okurla buluşsun, onlar da yazın serüvenimin şahidi olsunlar istedim.
Yayımlanan ilk eserlerinin şiirlerin olduğunu okumuştum. Şiir hayatından çıktı mı? Başka türlü sorayım; bir şiir kitabı sürprizi beklemeli miyiz?
Şiir yazmıyorum, sadece okuyorum artık. Erken dönemde sıkı arkadaşlık yaptığım şair arkadaşlarım o kadar iyi şiirler yazdılar ki, belki de onların yanında sürdürmeye cesaret edemedim.
Çocukken her şeyi okurmuşsun, fakat sonradan seçici olmuşsun. Şimdi soracağım soruyu, genç okurlar için bir okuma kılavuzu olarak da düşünebiliriz: Okuma alışkanlığındaki elek nedir?
Bazı kitaplar sizi okumaya iştahlandırır, bazıları da uzaklaştırır. Sevdikleri tür neyse oradan okumaya devam etsinler. Polisiye, şiir, kısa roman, deneme, öykü, anı… Ne varsa okusunlar. Sonradan seçmeye başlayacaklardır nasıl olsa. Çocukluğumda ve ilk gençliğimde okuduğum Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkant, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Oğuz Özdeş, Feridun Fazıl Tülbentçi romanlarını şimdi okumak için kuşkusuz zamanım yok, ama onlardan bana kalan müthiş bir kelime haznesi ve Türkçenin kıvraklığı oldu, bundan eminim.
Son kitabında 3 tane de mektup yer alıyor. Bu mektuplar aslında birer yazı fakat birinin altındaki not ilgimi çekti: “Mektup, sadece bir mektup değildir çoğu zaman!” Mektuplaşma alışkanlığın var mı? Yoksa yazıp göndermiyor musun?
Mektuplaşma alışkanlığım var elbette. Özellikle hâlâ sürdürdüğüm cezaevi mektuplaşmalarını söyleyebilirim. Ama kitaptaki mektuplar artık sahibine bizzat iletilme şansı olmayan mektuplardı. Bir çeşit iç döküş olarak yazıldılar.
Son sorumda senden kopya çektiğimi itiraf etmeliyim. Velhâsıl’da yer alan “Andrey Tarkovski ile Geç Kalmış Bir Röportaj” başlıklı yazında soruyorsun: Sanatçının sorumluluğu nedir?
Sanatçı her insanın olması gerektiği gibi kendisine saygısı olan adamdır. Ama yeteneği imtiyazı değildir. Üstelik daha fazla sorumluluk yükler sahibine. Ve taraftır. Vicdanın, onurun, haysiyetin ve mazlumun tarafındadır.
(Birgün, 17.10.2019)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN