Zeynep Bilgin
Kadın olmanın yaşam boyu pek çok sorunla karşılaşmak ve bunların üstesinden gelmekle eşdeğer olduğu bir dünyada yaşıyoruz, yazık ki… Her zaman anlatılan güçlü kadınlar, başarılı kadınlar, kendine yeten kadınlar, erkekleri yenen kadınlar, mükemmel bir eş olan kadınlar, en iyi anne olan kadınlar ve daha birçok hikaye vardır, malum… Bu hikayelerin yanı sıra öldürülen kadınlar, tecavüze uğrayan kadınlar, zorla evlendirilen kadınlar, çocuk yaşta kocaman adamların karısı olan kadınlar, şiddete maruz kalan kadınlar gibi acı gerçekler de vardır!
Erkek olmak içinse yapmanız gereken fazlaca bir şey yoktur. Olması gereken her şeyi ‘x’ ve ‘y’ kromozomları sizin için yapmıştır zaten. Fakat şöyle altını doldurarak “kadın olmak” istiyorsanız (hele ki yaşadığımız çağda) aynı anda pek çok “şey” olmanız gerekir. Hem kariyer yapmalı ve kendi ayaklarınız üstünde durmalısınızdır, hem de mükemmel bir aile hayatını sürdürmeyi başarmalısınızdır.
Niyetim bu yazıyı okuyanları “klişe“lere boğmak değil, merak etmeyin. Fakat her gün tekrar edilse de anlaşılamayan şeyler var kadınlara dair. En dolaysız ve kısa haliyle ifade edersek: Kadınlar yaşamın, üretimin, toplumun bir parçası!
Kısıtlamalara karşı baş kaldıranlar
Bir kadın kendi ihtiyaçlarının ya da isteklerinin önüne ailesini koyar, kendini bireysel olarak değil de ailesi içinde ifade eder. Ta ki günün birinde içinde yaşadığı hayatı sorgulamaya başlayana kadar…
Doris Lessing‘in “On Dokuz Numaralı Oda”sında da hikayenin kahramanı orta yaşlı, evti ve dört çocuk annesi Susan Rawlings, evliliğini ve evliliğine dair aldığı tüm kararlan sorgulamaya başlayınca öznelliğini yitirdiğini fark eder. Kendisine, kocasına ve çocuklarına yabancılaşmaya başladığı bu süreç Susan’ı giderek intihara sürükler. Doris Lessing’in “On Dokuz Numaralı Oda” adlı öykü kitabı, Can Yayınları tarafından Sinem Yazıcıoğlu‘nun çevirisiyle yayımlandı. Kitapta hepsi birbirinden farklı ve şaşırtıcı hikayelere sahip kadınlarla tanışıyoruz. Zaman ya da mekan farkı olmasına karşın nasıl da ortak duyguları taşıyabileceğimizi görüyoruz ve bir bakıma kendimizi buluyoruz anlatılanlarda… Yazarın analiz gücünün çok yüksek düzeyde olmasının da bunda büyük etkisi var elbette. Kitapta bulunan 20 öykü farklı yaşamlar ve farklı bakış açıları getiriyor. Savaşın getirdiği yıkımın içinde birbirine tutunan kadınları da görüyoruz, savaşları yaşamış erkeklerin kadınlara bakışını da…
Lessing’i pek çoğumuz (kendisi bunu istemese de) feminist bir yazar olarak biliyoruz. Kendisini tüm dünyaya tanıtan, en çok okunan ve en çok çevirisi yapılmış romanı “Altın Defter” (1962), kadın hareketinin köşetaşlarından biri olarak görülüyor. Lessing’in çoğunlukla Afrika’nın güneyinde ya da İngiltere’de geçen eserlerindeki bağımsızlığına düşkün kadın kahramanlar, tıpkı yazarları gibi, içinde yaşadıkları toplumların kültürel kısıtlamalarına karşı başkaldırıyor. Bir bakıma yapıtlarındaki bireylerin hepsi bütünlüklerinin peşinde koşuyor. Kahramanların hemen hepsi, 20. yüzyılın toplumsal ve siyasi karmaşasının içinde var olma savaşı veriyor.
Lessing’in eserlerinde yapay, didaktik bir feminist dilden ziyade olayları dolaysız, sade bir dille ve soğukkanlı bir bakışla anlatması öne çıkıyor. Yaşamının 20 yılını aktif olarak siyasetin içinde ve bir komünist olarak geçiren Lessing ise yazarlığını bir söyleşisinde şöyle tanımlıyor:
“Ben sadece bir öykü anlatıcısıyım. Anlatmaya mecburum.. Mecburum. Yazmazken çok mutsuz oluyorum. Yazmaya ihtiyacım var. Yazmak bence bir tür psikolojik dengeleme mekanizması, üstelik bu sadece yazarlar için geçerli değil, herkes için geçerli olabilir. Bence bizler her zaman, delilikten sadece bir adım uzaktayız ve bizi dengede tutması için bir şeye ihtiyaç duyuyoruz.”
Doris Lessing’in bir başka özelliği ise Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış en yaşlı kişi olması, Lessing bu ödülü, 2007 yılında 88 yaşındayken aldı.
2013 yılında, Londra’da yaşamını yitiren yazann özyaşam öyküsünden oluşan“Tenimin Altında” adlı kitabında neden komünist olduğunu anlattığı sözleri, Lessing’in feminist olarak anılmak istememesini daha da anlaşılır kılıyor: “Bu çirkin dünyayı değiştirecektim, daha güzel, daha mükemmel yapacaktım, ırkçılık nefretinin, haksızlıkların ve benzerlerinin olmadığı bir dünyada yaşayacaklardı.”
Lessing’in öykülerindeki karakterler de çoğunlukla bu refleksle hareket ediyor ve daha iyi, daha eşit, daha insanca, daha yaşanılabilir bir dünya özlemi duyuyorlar; hepimiz gibi…
(Aydınlık, 25.09.2015)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN