DENİZ POYRAZ
“İsmim Sofía. On bir buçuk yaşındayım, büyüyünce aylak olmak istiyorum.”
İşte böyle başlıyor ‘Aylaklar Kumsalı’. Sofía isimli hayalperest bir kız çocuğunun hikâyesi bu. Resim, müzik ve doğa bilimleriyle arası ne kadar iyiyse matematikle başı o denli dertte olan Sofía’nın. Açıkça ifade ettiği gibi, büyüyünce “aylak” olmak istiyor. Bunu derste öğretmenine de söyleyince, ailesi okula çağırılıyor hemen. Yanlış anlaşıldığını düşünen Sofía, eline kalem kâğıdı alıyor ve düşüncelerini yazıya dökmeye karar veriyor.
Barselona doğumlu yazar Alex Noguès, metni ele almadan önce aylaklık kavramına hayli kafa yormuş. Şu sıra Bisbal d’Empordà’da ormanın, kırların ortasında ve deniz kıyısında bahçeli bir evde yaşıyor yazar, hayaller kuruyor ve edebiyat üretiyor. Vaktiyle kayaların dilinin çekimine kapılarak jeoloji okumuş. Kayaların gizemini çözerse yeryüzünün ve yaşamın tarihini çözeceğine inanmış. Yani kendisi de bir tür “aylak” denebilir. Fikirlerini kitaplara, çizgi romanlara ve dergilere dönüştürmeyi arzulamış. Yarattığı Sofía karakteri de bir bakıma böyle ortaya çıkmış.
Hikâyeye dönecek olursak, Sofía, anne ve babasıyla beraber küçücük bir köye taşınıyor. Burası uzak, tarlaların arasında, kilometrelerce gittikten sonra ulaşılacak bir yer. Tek bir trafik ışığı bile yok, sinema yok, tiyatro yok. Köyden ayrılmak istiyorsan ya geldiğin yoldan geri gideceksin ya da denize atlaman gerek, öyle bir yer.
“Burada ne işimiz var?” diye soruyor Sofía kendi kendine. Çünkü kimse ona sormamış buraya gelirken. Babası bir karar vermiş ve yola çıkılmış. Aile bağlarını güçlendirmek, doğayla iç içe olmak, şehrin hengâmesinden kurtulmak başta olmak üzere, daha bir sürü muhteşem gibi görünen şey için değiştirilen koca bir yaşam biçimi. İlk bakışta fena bir fikirmiş gibi durmuyor tabii… Oysa hayatları hiç de düşündükleri gibi olmuyor. Sofía’nın babası o zamana dek hiç yapmadığı kadar yoğun mesailere başlıyor. Bilgisayarıyla evin bir odasına kapanıyor, gece gündüz çalışıyor. Köye çekilmek özgür bir yaşam fikri gibi dursa bile, tam manasıyla beyaz yakalı bir köleye dönüşüyor adam. Serbest çalışan biri olduğu için zamansız telefonların ardı arkası kesilmiyor.
Sofía’nın annesi de köye taşınmak uğruna güzelim çiçekçi dükkânını kapatıyor ve neticede, gerçekleşmemiş bir çuval dolusu hayalle baş başa kalıyor köyde. Yeni evinin bahçesinde çiçekleri var elbette, ama o dükkânını özlüyor günbegün. Çiçekçiye gelen dostlarını, dükkânında bir anda beliriveren insan bahçesini…
Şehirden ayrılınca çok sevdiği bir sürü şeyi kaybediyor Sofía: Cumartesileri kahvaltıya gidilen şık fırınları, saatlerce kitap karıştırılan kitabevlerini, kahve içilen güzel kafeleri… Öte yandan köy yeni arkadaşlıklar, özgürce bisiklet sürülecek bomboş yollar, ovalar, falezler ve upuzun bir kumsal demek. Uçsuz bucaksız gökler, tilkiler, geyikler, baykuşlar, kırlangıç sürüleri ve böğürtlenler de caba. Sofía, umutsuz dünyasından biraz sıyrılınca köydeki insanlarla etkileşim kurmaya başlıyor, değişik dünyaları tanıyor. Sofía’nın en yakın dostlarıysa Fau ve Frodo. Fau gözü pek ve neşeli bir çocuk. Tanışmanızın üstünden yirmi dört saat geçmeden hemen yakın arkadaş olabileceğiniz türden bir çocuk. Frodo ise tam bir Yüzüklerin Efendisi âşığı, hatta kedisinin adı Gandalf. Bundan böyle karşısına çıkan her şey neşeli ve sevimli gelmeye başlıyor Sofía’ya. Kumsaldaki müzisyenler, tesadüfen tanıştığı bir doğa bilimci ve evini atölyeye çevirmiş emekli bir ressam… Kendini gerçekleştiren, hayallerinin peşinden koşan insanları tanıdıkça; köyün evrenini, doğasını keşfettikçe düşlerine, arzularına olan bağlılığı daha da artıyor Sofía’nın.
Fakat eve her dönüşünde yine aynı can sıkıntısıyla bunalıyor. Kandinsky tablolarından esinlenerek yaptığı resimleri gösterdiğinde dudak büken bir baba, heveslerini kırıyor Sofía’nın. Manastırın kemerli koridorunda verdikleri gitar resitalinden, doğa bilimi dersinde solucanların davranışlarıyla ilgili gerçekleştirdikleri deneylerden bahsettiğinde endişeli biçimde iç geçiriyor babası. Çünkü kızının aklının beş karış yukarıda olduğunu düşünüyor, endişe duyuyor Sofía adına.
Anne ve babalar bazen süper kahraman hüviyetine bürünüp bizi en derin ruhsal bunalımlardan çıkarıyorlar tek bir dokunuşla. Böyle anlarda bir gülüş, sıcak bir bakış her şeyi unutturmaya yetiyor da artıyor bile. Ama bu bazen onların ne kadar anlayışsız ve dar kafalı olabilecekleri gerçeğini de değiştirmiyor yazık ki… Haklı bir isyan bırakıyor ortaya Sofía da: “Beni dünyaya siz getirdiniz! Var olmamı siz istediniz! Beni siz ortaya çıkardınız! Şimdi yaşamayı hak ettiğimi kanıtlamam mı gerekiyor?”
Oysa kurbağaların, minicik otların, iri çam ağaçlarının ve gökte süzülüp duran martıların kimseye hiçbir şey kanıtlamaya çalıştıkları yok, değil mi? Yaşam kendi kendine, kendi doğallığında sürebiliyor usul usul. Hâl böyleyken, Sofía için nelerin önem taşıyacağına, Sofía’nın nelerden hoşlanması gerektiğine kim karar verebilir ki? Azıcık aylaklığa dahi tahammülü olmayan, kendi takıntılarını kızına dayatıp duran işkolik bir baba mı? Ah, insan nereye giderse gitsin, “düzen” denen şeyden kurtulamıyor…
Yazar Alex Noguès, içinde yaşadığımız kapitalist toplumun bizi karmaşık bir tüketim sisteminin çarklarına dönüştürdüğünü söylüyor. Sistem nezdinde “işe yarar” sayılmanın, yalnızca durmadan çalışıp para kazanmakla, kazandığımız parayı anında harcadığımız umutsuz bir döngünün içinde hapsolmakla mümkün olduğunu hatırlatıyor ve buna karşı çıkıyor. Ya bizler, bu çılgınlığı daha ne kadar sürdüreceğiz sahi?
‘Aylaklar Kumsalı’ kendi yeteneklerini ve ilgi alanlarını keşfetmeye dair, bilgelikle dolu bir hikâye. Öte yandan, dünya üstüne üstüne geldikçe ufalanan, ruhu sıkılan, içi daralan Sofía’nın hikâyesi. Neyse ki onun bu dertlerle baş etmek için geliştirdiği bazı şahane yöntemleri var ve bunları diğer çocuklarla paylaşmak hususunda oldukça istekli!
(Birgün Kitap, 16 Nisan-20 Mayıs)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN