MEHMET ERDUĞAN
(mehmeterdugan@yahoo.com)
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da yeni sınırların çizilmesinde etkili olan İngiliz casus Gertrude Bell’in yaşamını anlatan “Çöl Kraliçesi”, vizyona girdi. Başrolünü Nicole Kidman’ı üstlendiği film, şiir gibi akan mistik bir hikâye.
Film çekmek için bilgili olmak gerekmediğini, aksine cahil olmanın daha önemli olduğunu savunan Yeni Alman Sineması’nın başarılı yönetmenlerinden Werner Herzog’un bu tezi sanırım biz sinema seyircilerine de uyarlanabilir. Yoksa sahip olduğumuz bilginin oluşturacağı önyargı, seyrederken büyük anlamlar yüklediğimiz o filmlerdeki egzotik anlatımların içinde büyülenerek dolaşmamızı mümkün kılabilir mi, pek emin değilim.
Zira Werner Herzog’un yazıp yönettiği, oyuncu kadrosunda Nicole Kidman, Robert Pattison, James Franco ve Damian Lewis gibi isimlerin yer aldığı “Çöl Kraliçesi/ Queen of the Desert” filmini seyrettiğimde ben, belki de bu yüzden çok etkilendim. Beyazperdede hayat bulan Gertrude Bell’in siyasi bir figüre dönüşmeden önceki yaşam hikâyesini belki de bu yüzden çok sevdim. Filmden sonra Gertrude Bell kimdir, tarihteki rolü nedir elbette araştırdım, fikir sahibi oldum ama yine de bu bilginin filmin bende bıraktığı güzel hissiyata gölge düşürmesine izin vermedim.
GERTRUDE BELL’İN ETRAFINDA…
Uzun metrajlı filmleri kadar çektiği belgesellerle de tanınan Werner Herzog’un bu defa Ortadoğu’ya doğru uzandığı karakter odaklı filmi “Çöl Kraliçesi”, hikâyenin tarihsel doğruluğundan ziyade melodram tarafıyla dikkat çekiyor. Film, 1920’li yıllara damgasını vurmuş, Ortadoğu’nun siyasi düzeninin rotasını belirlemede önemli bir rol oynamış İngiliz seyyah, tarihçi ve arkeolog Gertrude Bell’in etrafında dönüyor.
Batılı bir romantik ve entelektüel olan Gertrude Bell, İngiltere’de ailesinin yanında yaşamaya başladığından beri kendini hapsedilmiş hisseder. Birarada yaşamak zorunda olduğu kentsoyluların sıkıcı ve tahammül edilemez yaşantısı içinde İngiltere dışındaki hayatlara merakı daha da yoğunlaşır. Paris, Hindistan ve hattâ Piramitlerin hayalini kurar ve oralarda yaşamak için can atar. Bunun üzerine “erkekleri zekânla korkutmamalısın” diyen üvey annesinin tüm itirazlarına rağmen babasını ikna eder ve şiir ülkesi İran’ın başkenti Tahran’a, İngiliz Büyükelçiliği’ne konuk olarak gider.
Bu ziyareti süresince kendisine eşlik etmek üzere görevlendirilen elçilik kâtibi Henry Cadogan’la birlikte güneşin sarı-sıcak ışıltıları altında yaptıkları gezintiler sonucunda ona âşık olmaktan kendini alıkoyamaz. Fakat babası bu ilişkiye onay vermediği için onunla biraraya gelemez. Henry Cadogan ise bunun üzerine hayatına son verir.
TRAJİK BİR AŞK
Yaşadığı bu trajik aşk hikâyesinden sonra Bell, kendi hayatından vazgeçer ve dört bin yıl önce yazılan Babil yazıtlarında okuduğu şeylerin hâlâ yapıldığı çorak topraklarda yeni yerler arayan bir kâşif olarak yoluna devam eder. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından önce genç kadın yeni diller öğrenir, çok sayıda kitap çevirir, Bağdat’ta ve Kahire’de yüksek rütbeli Müslümanlarla tanışır, dahası cesareti ve saygısından dolayı herkesin güvenini kazanır. Ve tabii bu yolculuğu sırasında aşk genç kadının kapısını bir kez daha çalar.
İNGİLİZ CASUSU VE YENİ SINIRLAR
Tarihsel gerçeklere dönersek; 1914’te başlayan küresel savaşla birlikte siyasi ve diplomatik gelişmelerde Ortadoğu ve İngiltere arasında ara bulucu olan Bell, her ne kadar başlarda bu görevi kabul etmese de, İngiliz Gizli Servisi’ne hizmet eden bir casus olarak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni sınırların çizilmesine katkıda bulunur. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması beş asır boyunca Ortadoğu’ya hükmeden Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü hızlandırmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasını dört gözle bekleyen sömürgeci devletler kendi aralarında toprakları bölüşmeye başlamış; Rusya kendilerine en yakın kısım olarak Çanakkale Boğazı’na, İtalyanlar adalara, Fransızlar Suriye ve Lübnan’a, İngiltere ise Irak, Filistin ve Ürdün’e göz dikmişti.
Peki, pastanın büyük kısmı; bin yıldır büyüyen, kimsenin asla çözemeyeceği bir kargaşayla birlikte tarihte birçok medeniyetin beşiği olmuş Mezopotamya’nın akıbeti ne olacaktı? Osmanlı’nın hâkimiyeti ve himayesini yitirdikten sonra bir daha stabil hâle gelemeyen, İmparatorluğun en önemli mirası; Arap toprakları kimin kontrolünde kalacaktı? Asırlardır iç içe yaşayan Sünniler, Şiiler, Aleviler, Dürziler, Araplar, Kürtler, Türkmenler, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve diğer dinler, aşiretler hepsi gırtlak gırtlağa gelmişken bu duruma kim hükmedecekti?
ORTADOĞU’YA ŞEKİL VEREN KADIN
Topraklarında güneşin batmadığı Britanya’nın Sömürgelerden Sorumlu Devlet Bakanı Winston Churchill’in 1914 yılında, Kahire’deki Britanya Arap Bürosu’nda biraraya geldiği özel görevli casus ve subaylarıyla birlikte bu sorulara cevap ararken Gertrude Margaret Lowthian Bell; nam-ı diğer “Çölün Kızı” ve “Irak’ın Taçsız Kraliçesi”nin adı masada zikredilir ve akabinde Bell’in hayatı değişir. Gençliğinde gezgin, arkeolog, maceracı biri olarak hayata atılmışsa da İngilizlerin elinde Ortadoğu’yu şekil veren bir şahsiyete dönüşür.
ARABİSTALI LAWRENCE’IN GÖLGESİNDE KALDI
Subaylara göre Bell, geveze, dünyayı turlayan, avare avare dolaşan ve saçma sapan konuşan, iri göğüslü, deli kadının tekidir… Ama Oxford Üniversitesi’nde tarih okuyup eğitimini birincilikle tamamlayarak mezun olan ilk kadın olarak üniversitenin tarihine geçen Gertrude Bell, diğer taraftan pratik zekâsı, güçlü hafızası, yaşadığı zamanı ve geçmişi anlama becerisiyle dönemin en önemli Ortadoğu uzmanlarından biridir. Kabilelerin soylarını, birleşmelerini, rekabetlerini en iyi bilen, bedevileri yakından tanıyan, geleceğin potansiyel krallarını ya da tabiri caizse kuklalarını belirleyen, hatta Irak haritasının çiziminde bizzat rol alan ve Kral Faysal’ı tahta çıkaran kişidir. Ama yine de ismi, Ortadoğu’yu birlikte keşfettiği ve bildikleriyle bir çocuğu gibi yetiştirdiği bizim Arabistanlı Lawrence olarak bildiğimiz Thomas Edward Lawrence’ın gölgesinde kalır.
ÖNYARGILARDAN UZAK İZLEMEK
Werner Herzog’un kendi yorumuyla karakterize ettiği ve mistik bir hikâyeye dönüştürdüğü “Çöl Kraliçesi” bugün gösterime giriyor.
Siyasetin her şeyi kirlettiği, söylemleri, eylemleri, mefhumları, kişilikleri bozduğu, bozulmadık hiçbir şey bırakmadığı bir dünyada, böylesi bir bahar ayında şiir gibi akan ve izleyicileri çölün mistik dünyasında eşsiz bir yolculuğa çıkaran bu film her şeye rağmen önyargılardan uzak bir şekilde seyredilmeyi hak ediyor.
(Taraf, 06.05.2016)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN