Gamze Akdemir
Ali İsmail Korkmaz, tekme ve sopa darbeleriyle, dört polis ve dört sivilin tesadüfi saldırısı sonucu değil, Eskişehir’de 31 Mayıs 2013’de başlayıp 3 Haziran’da son bulan örgütlü bir şiddetin kurbanı oldu. Sanıkların savunmalarından muhafazakâr ve milliyetçi oldukları görülüyordu. Ama daha önemlisi, iktidardan ilham almış, onun koruması ve teşviki altında canla başla çalışmışlardı. Gazeteci İsmail Saymaz, “Ali İsmail-Emri Kim Verdi?” adlı kitabında, tek “suçu” polis şiddetinden kaçmak olan Ali İsmail’in ölümüne yol açan olaylar zincirini ve bu cinayeti örtbas etmek için oluşturulan örgütlenmeyi tüm detaylarıyla inceliyor. Saymaz’la ölümünün ikinci yılında kardeşimiz Ali İsmail’i konuştuk.
– Özel haberlerinin yanı sıra aileyle yaptığın röportajın da yer alıyor kitapta. Olayın anatomisini nasıl ortaya koyuyorsun?
– İnsanlar yüzlerce haberi ayrı ayrı okuma imkânına sahip değil. Önemli bilgiler, gelişmeler arada kaynayabiliyor. O nedenle Ali İsmail ile ilgili yaptığım özel haberlerimi ve dava dosyasını yeni baştan ele alıp kronolojik izlekte daha geniş biçimde yazdım.
– Zanlılarla erkin davranış ve ifadeleri hayli ilginçti! “En iyi savunma saldırı” misali…
“EMRİ VEREN ORTAYA ÇIKIYORDU Kİ KARAR YETİŞTİ!”
– Davanın psikolojik süreci “resmen” ayrı bir dayaktı!
– Evet, bu! Dayağın devamı… Başta Ali İsmail’in ailesi olmak üzere topluma toplu halde atıldı.
– Böyle bir yargı süreci… Nasıl ortaya koyuyorsun çalışmanda?
– Bir kolluk görevlisinin işlediği suçu açığa çıkarmak ve onu yargı önüne teslim etmekle yükümlü olan hiyerarşik bürokrasi, var gücüyle o suçu örtbas etmeye çalıştı. Çünkü o hiyerarşik düzen aslında suçun kendisine dönüşmüştü. İçeriği belli olmayan bence yasadışı sözlü bir emirle ara sokaklara girip oralara kaçmış göstericileri sivillerle beraber döven polisler hemen cezalandırılmalıyken aynı cadde üzerinde görevli emniyet müdür yardımcıları ve şube müdürleri bile gösterici dövmeye çalışıyordu. Onları polisin dövdüğünü bütün Eskişehir bilirken Vali Güngör Azim Tuna kalkıp “Polislerimiz yapmamıştır, bunlar birbirlerini dövmüşlerdir ve polisin üzerine atmışlardır” şeklinde bir açıklama yapabildi. Yetmedi, dava Eskişehir’de görülmesi gerekirken Kayseri’ye sürüldü. Yetmedi, Kayseri’de yalıtılmış bir iklimde ve davayı izlemeye gelenlere marazlı bir topluluk muamelesi yapıldı. Yetmedi, sanıklar siyasi iktidardan medet umdu, avukat tutarken AKP’li bir avukatı tercih etti, sanıklardan birinin ailesi AKP’li bir vekille temasa geçti. Sonra duruşmada “Biz oruç tutuyoruz, namaz kılıyoruz” diye söylemlere bile başvurdular. Yetmedi, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan‘ın, “Gezi bir darbedir” söylemine sığınarak kendilerine savunma geliştirdiler ve dava maalesef düşük bir cezayla bitti.
– Mahkemede neler diyebildiler, neler diyemediler? Tahrik sonucu vuku bulma yok, bunu diyemiyorlar bile… Organize, yaralama kastıyla saldırı…
– Hayır, diyemiyorlar. Mesela “Kimseyi dövmedik” diyemediler. “İşkence uygulamadık” diyemediler. Bu kadar açık kamera görüntülerine rağmen “Biz birini dövdük ama dövdüğümüz Ali İsmail değildi” dediler. Dövdükleri kişinin Tevfik Caner Ertay adlı bir genç olduğunu söylediler. Sonra o genç çıktı, “Ben o sokağa Ali İsmail ölene kadar girmedim, o dövülen ben değilim. Ama bu kişiler ayrı bir yerde beni de dövdüler” dedi ve nitekim Ali İsmail’e tekme atan polisin Ertay’ı dövdükten sonra arabanın bagajına kapatıp gezdirdiği de anlaşıldı.
– Sanıkların dava sırasında birbirlerine nasıl düştüklerini de okuyoruz.
– Düştüler. Ali İsmail’i yere düşüren ve ilk etapta nedamet getiren, pişmanlık bildiren sanıklardan biri, “Ben onu döverek öldüreceklerini bilsem yapar mıydım” dedi. Bu, çok önemli bir itiraftı. Yargılamanın sonuna doğru aslında tekmeyi atan polis de yanındaki polisi ele verdi, onun cezaevine girmesini onun ifadesi sağladı sonuçta. Sonra kendilerine emir verenleri de diyemediler. Demek üzereydiler aslında. Son duruşmada Emniyet Müdür Yardımcısı’nın da şube müdürlerinin de ismi verildi ve onların olay sırasında orada oldukları anlaşıldı. Ali İsmail’e öldüren tekmeyi atan polis Mevlüt Saldoğan anladı ki ağır bir ceza geliyor; “Ben niye yapayım kendi başıma, bu işin meraklısı mıyım?” dedi. Yani “Bize emir verdiler” demek istedi, ama tamamlayamadı cümlesini. Son duruşmadan bir önce “Buraya emniyet müdürleri, şube müdürlerimiz de gelsin” dedikleri anda karara gitti duruşma. Onlar çağrılabilseydi daha büyük bir şema ortaya çıkacaktı. Emri kimin verdiği ortaya çıkacaktı. Zaten nihayetinde mahkeme heyeti de “Biz, adaleti tesis ettik” diyemedi. Daha ilk etapta buna savcı itiraz etti. Mütalaasında kasten öldürmeden ceza verilmesini istedi, karar çıkınca da itiraz etti.
– Esnafın duygusunu yorumlar mısın?
– Esnaf için durum daha kolaydı tabii. “Polis dükkanımı bastı, önce bizi dövdü. Devletin polisidir. Onun dur ihtarına uymak zorundaydık. O ne emir verdiyse biz onu yaptık” dediler. Oysa ki orada bir saatlik görüntü var. O bir saat boyunca başka gençleri dövdüklerini de görüyoruz. Gözaltına almadıklarını, dövüp dövüp gönderdiklerini görüyoruz. Yanlarında fırından alındığını tahmin ettiğimiz uzun sopalarla beklediklerini görüyoruz. Açık bir suç örgütü olduğunu görüyoruz. Onlar devletin, kanunun emrine uymuş falan değildir, doğrudan devlet bünyesinde oluşturulmuş bir çetenin emrine girmiştir.
“SOKAĞA ÇIK DA GÖR DİYORLAR!
– İç Güvenlik Yasa Tasarısı’na alelacele iliştirilen maddeler de çok önemli. İmdatlarına yetişti.
– Yani Anayasamızda, bağlı olduğumuz uluslararası sözleşmelerde sokağa çıkmanın, toplantı ve gösteri yapma hakkının neresinde Başbakan’a danışmak diye bir ilke var? Oysa Başbakan Davutoğlu kısa süre önce “Artık sokağa çıkın da görün bakalım” diyebildi rahat rahat.
– Başardılar da 1 Mayıs’ta gördük!
– İnsanlar evlerinden çıkmaya korktular. Tasarının maksadı, özü de bu, sokağa her ineni vurmak değil, sokağa her inende vurulma, ölme, öldürülme hissi yaratmak! Hak aramanın kendisini kriminalleştirmek ve buna teşebbüs edene terörist muamelesi yapmak. Bunu meşrulaştırmak. Toplumun gözünde “bakın bunlar taş atan, cam kıran, esnafa zarar veren insanlardır” intibası yaratmak. Demokrasi mi talep ediyorsun, sokağa çıkma hakkını kullanmak mı istiyorsun, çık da gör demek!
“ESKİŞEHİR, ALİ İSMAİL’E MUAZZAM SAHİP ÇIKTI!”
– Bu noktada Eskişehir halkının sahiplenişi yazdığın gibi tam bir emsaldi.
– Kesinlikle. Eskişehir, bu çocuğa muazzam sahip çıktı. Eskişehir, sokağa çıktı, sokağa çıkmaktan korkmadı. Eskişehirliler bildiriler dağıttı, eylemler yaptı, her perşembe Adliye önünde “Adalet Nöbeti” tuttu. “Adalet Yürüyüşleri” düzenlediler. Tüm sokaklara Ali İsmail’in ismini yazdılar, resimleriyle donattılar. Eskişehirliler bu nedenle terörist olmakla suçlandı, ama vazgeçmedi, sahip çıkmaya devam etti, edecek. Gürkan Korkmaz‘ın Eskişehir’le ilgili önemli bir belirlemesi var; “İnsan Eskişehir’de öğrenci olur, âşık olur, sevgili olur, ama ölmez!” Bu olay nerede olmaz dediğimizde aklımıza ilk Eskişehir gelir.
– Polisler… Eskişehir’den değildi.
– Hayır. Çok ilginçtir ikisi Batman’dan, biri Van’dan, Hakkari’den gelme. Bir yıl öncesinde gelmişler Eskişehir’e. Aslında orada terörle mücadele polisiyken anladığımız kadarıyla o bölgede Kürt gençlerine uygulanagelen şiddet pratiğini içselleştirmişler, gelip onu Eskişehir’e taşıdılar.
“O SOKAĞA HANGİMİZ GİRSEK ÖLECEKTİK!”
– Ali İsmail’in ailesiyle yaptığın söyleşiye de yer veriyorsun kitapta. Burada da konuşalım istiyorum; acı ve onuru yaşama şekillerini, Ali İsmail’in onlara mirasını, nefes aldıkça nasıl direneceklerini…
– Hatay’ın Ekinci beldesindeki evlerine gittim. Beldede tüm duvarlarda Ali İsmail’in ismi yazıyordu. Eve girdiğinizde de büyük bir Ali İsmail portresi karşılıyor. Sonra evin her, ama her odasında, koridorunda onlarca resmi var. Çok şaşırdım, “Nasıl dayanabiliyorsunuz?” diye sordum. Vücutlarına dövmesini bile yaptırmışlar. “Her gün yenisini ekliyoruz” dediler. “Biri eksilse biz yaşayamayız” dediler. Bir vakıf kurdular; Ali İsmail Korkmaz Vakfı (ALİKEV). Orada çocuklarının anısını yeni gençlere sanat, kültür, tiyatro eğitimi vererek sürdürmeyi istiyorlar. Kitabımın gelirinin yarısını da vakfa bağışladım. Küçücük bir yerde, metropolden uzak yaşayan bir aile, kendi çabalarıyla Ali İsmail’in anısını yaşatmaya çalışıyorlar. “Ölen sadece bizim çocuğumuz değil, o sokağa kim girse ölecekti. Bizim oğlumuzun üzerinden yere düşürülen, tekmelenen, öldürülen aynı zamanda toplumsal muhalefetin, özgürlük arayışının, demokrasi talebinin kendisidir” diyorlar. O karanlık sokak Diyarbakır’ın, Cizre’nin, Muğla’nın, Trabzon’un karanlık sokağı da olabilirdi. Tekme atan sadece polis Mevlüt değil, aynı zamanda ceberrut devletin kendisi, devletin işkenceci karakterinin kendisi. “Hayatınızda ne değişti?” diye sordum. “Televizyon kanallarımız bile değişti. Artık bizim evimizde İMC TV ile Hayat TV izleniyor” dediler. Yani olaydan önce CNN, NTV, Kanal D, ATV, diziler falan izlenirken artık tartışma programları, haber programları ve bu kanallar girmiş durumda. Ölen işçilerin, öldürülen kadınların hikâyeleri öncelikli yer alıyor algılarında. Özgecan öldürülüyor, ailesine taziye gidiyorlar.
– Sonuna kadar acı bir empati ve aydınlanma.
– Tabii sonuna ve sonsuza kadar! Hepimizde yarattığı duygu bu. Yaşadıkları acıya kadar Hatay’ın küçük bir beldesinde yaşayan, oy verme refleksi dışında siyasetle teması olmamış bir aile. Ali İsmail’in dövülmesinden birkaç saat önce ağabeyi Gürkan, Hatay’dan aradığında ona “Abi, polisler burada çocuklara işkence yapıyorlarmış” dediğinde, ağabeyi itiraz ediyor ve “Olur mu öyle şey, polis insanı durup dururken niye dövsün?” diyor. Ondan beş saat sonra ise bütün hayat değişiyor! Suçu sadece ve sadece itiraz etmek ve kaçmak olan bir gencin dövülme ve öldürülme hikâyesi bu. Marks’ın sözüdür “Anlatılan sizin hikâyeniz!” Bu söze atıf yaparak söylersem “Öldürülen sizin kardeşiniz!” “Öldürülen, hepimizin kardeşi!”
“ESKİŞEHİR GÜVENLİ DEĞİLMİŞ! İDDİALARI O!”
– Bu arada kitapta Ali İsmail’le kader birliği etmiş başka kardeşlerimiz de var. Onları anmadan bitiremem söyleşiyi.
– Elbette, Eskişehir’de sadece Ali İsmail değil ona gelinceye kadar onlarca insan dövüldü. 31 Mayıs 2013’te Eskişehir’deki Gezi Parkı gösterilerinde polislerin ilk yaralama eyleminin kurbanı Gürcistanlı bir genç Akaki Avialiani’ydi. Misafir öğrenciydi. Gezi Parkı eylemiyle bir ilgisi yoktu. Bir dini cemaatin yurdunda kalıyordu.
Sadece o an sokakta olduğu için hedef alınıyor. Kafasına copla vuruluyor, kafatası kırılıyor, kemik beyne batıyor ve sağ kolu felç kalıyor. 1 Haziran günü Eskişehir’de, Ali İsmail’den önce sokak aralarında, pasajlarda dövülen genç kadın ve erkeklerin yaşadıklarını da yazdım. İki tane avukat var, onlar da öldüresiye dövüldü.
Sonra zanlıların görüntülerde Ali İsmail yerine olduğunu iddia ettiği, bagajda dolaştırılan gencin, Tevfik Caner Ertay’ın hikâyesini yazdım. Ali İsmail’le sokağa giren Doğukan Bilir‘in yaşadıkları da var. Bilir, bir asker çocuğu. O kadar dayak yiyor ki en son bir arabanın altına girerek saklanmak zorunda kalıyor ve babasını çağırıyor, babası onu kurtarıyor. Aynı zamanda davanın nakli konusuna değinir, dava Eskişehir’den Kayseri’ye nakledilir ve “Eskişehir güvenli değildi, neden kurbanı Kürt olan davaları, faili asker ve polis olan davaları Eskişehir’e getirdiniz?” diye sorarken Muğla’da 2010’da polis kurşunuyla ölen Kürt öğrenci Şerzan Kurt‘u, Hakkari’de 1995’te askerlerce kaybedilen çoban Nezir Tekçe‘yi anıyorum.
Ali İsmail-Emri Kim Verdi?/ İsmail Saymaz/ İletişim Yayınları/ 196 s.
(Cumhuriyet Kitap Eki, 09.07.2015)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN