Kadın cinayetlerinde medyanın haberleri yayınlama biçiminin kadın hakları bakımından toplumsal etkiler
Prof. Dr. Yasemin GİRİTLİ İNCEOĞLU
İletişim Akademisyeni, Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi
Bir yandan gelenek, görenek, aile ve din baskısına maruz kalan diğer yandan devletin eğitim, iş, sosyal güvence ve sağlık hizmetinden yeteri kadar faydalanamayan kadınımız, önce kendini, 1970’li yıllarda sol kanadın liderliğindeki kadın hareketi içinde, daha sonra da 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinin siyasetsizleştirme süreci ile birlikte, kadın kimlik kavramları ile cinsiyet rolleri arasındaki ilişkilerde buldu.
Doğal olarak, kentleşme sürecini çok hızlı ve çarpık bir biçimde yaşayan ülkemizde, genelde annelik ve ev kadınlığı vasfı ile (Türkiye’de ancak dört kadından birinin ekonomik bağımsızlığı var) öne çıkmayı başarabilen kadının kişilik kazanma süreci oldukça zor olmuştur. Özellikle de üretim sürecinin dışında yer alan ve eğitimsiz olan kadın (Okuryazarlık oranı kadınlarda yüzde 92,2 ) sürekli olarak medya tarafından ötekileştiriliyor, yaftalanıyor, çarpıtılıyor veya eksik sunuluyor.
Kadına yönelik erkek şiddeti ülkemizde çok önemli bir toplumsal sorun. Kadının yaşadığı şiddeti anlayabilmek için toplumdaki güç ve otorite ilişkilerine, cinsiyete dayalı konum farkının olup olmadığına bakmamız gerekiyor.
Erkek şiddetinin arka planında namus yatıyor. Türkiye’de namus; kadın, kadın bedeni, cinselliği ve kadınların kontrol edilebilmesi biçiminde algılanan, büyük ölçüde de evlilik dışı cinsel ilişki, bekâret, zina veya sadakatsizlik ile ilişkilendirilen bir kavram. Kadın davranışı üzerinde erkeğin denetim kurma isteği, erkeğin kadın davranışı üzerine kurduğu kontrolü kaybetmesinden kaynaklanan utanç veya bu yöndeki algısı ile bu utancı tetikleyecek, kışkırtacak aile veya mahalle baskısı vs. gibi etmenler bu şiddete neden olmakta.
Erkek egemen söylemler kadını bir yandan yok sayarken, diğer yandan da şiddete davetiye çıkarmaktadır. Kız-kadın nüanslarına vurgu ise namus-bekâret-kadın ve bedeni üzerinden toplumsal denetim sağlamaktan başka bir şey değildir. Devletin her şeyi düzenleme yetkisini bir hak ve görev olarak algıladığını, bunun başında da ahlakın geldiğini görmekteyiz. Siyasetçilerin cinsiyetçi, toplumsal cinsiyet ayrımcılığı içeren söylemlerinin şiddeti tetiklemedeki rolleri göz ardı edilmemeli.
Medyanın, anlamın toplumsal inşasında ideolojik bir işlevi olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda normalleştirme, kayıtsızlaştırma, dramatizasyon, özdeşleştirme suretiyle medya özellikle ahlak ağırlıklı kültürel kodlar ön plana çıkararak kendi gündemini yaratmakta.
Diğer yandan medya da, kadın katli veya namus bahanesiyle işlenen cinayetlerde devletin ideolojik aygıtı olarak bu şiddeti onaylıyor, sıradanlaştırıyor hatta bu cinayetleri bir toplumsal olay değil de adli bir vaka olarak mor göz, kırık kaburga vs. türü fiziksel şiddeti ön plana çıkaran habercilik yapıyor.
Nefret söylemleriyle şiddeti tekrar üreten, cinayeti işleyeni adeta haklı çıkaran, şiddeti normalleştiren ve meşrulaştıran medya, kadını ve kadın cinayetlerini ne yazık ki sansasyonel biçimde cinayetin magazin yönüne odaklanarak vermekte.
Burada kamunun bilme hakkına hizmet sunan türden değil, kamunun merakını gıdıklayacak türden haber başlıkları ve gereksiz ayrıntılara yer verilmekte.
“Aile meclisi kararı”, “Namusumuzu kirlettin anne”, “Yasak ilişki yaşıyordu”, “Bakire çıkmadı diye kızını kesip öldürdü” “Kesik baş cinayeti” sorunlu haber başlıklarına birkaç örnek.
Biz gerek toplum, gerek medya olarak Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” kehanetine uygun biçimde bu vahşeti fazlasıyla tepkisiz ve belki de biraz fazlasıyla “röntgenci” bir üslupla izleyip aktarıyoruz. Ölüme-ölüye-ölü yakınlarına saygı rafa kaldırıldı, adeta “kamera hakkı” “ölme hakkı”nın önüne geçti diyebiliriz.
Medya kadına yönelik şiddet haberlerini magazinleştirirken, suçluyu ya da suçu değil, daha çok suça maruz kalan kadını cinsiyetçi önyargılarla yargılıyor. Kadın ya “kurban” ya da “cani” olarak, zina, namus, ahlak gibi konular çerçevesinde medyada yer alıyor. Medya kimi tanımlar, ölçüler, öngörüler üzerinden kadınlara karşı hoşgörüsüz ve olumsuz bir haber dili ve/veya haber söylemi kullanıyor.
Bilindiği üzere söylem, dil içinde kurgulanan toplumsal kökenli bir ideolojidir. Şiddeti aktarırken, gazetecinin haber söylemi de egemen ideolojinin haber söylemine paralel bir biçimde; olayın aktörlerinin desteklenmesi ya da sorgulanması sonucunu doğuracak şekilde seçilmemelidir. Örneğin, “belirtti, ifade etti, açıkladı, vurguladı, altını çizdi” gibi haber fiilleri olayın aktörünün desteklendiğini hissettirirken, “iddia” ifadesini kullanmakla, kaynağın görüşlerinin desteklenmediği, bu görüşlere ihtiyatla yaklaşılması gerektiği vurgusu yapılmış olmaktadır.
Namus cinayetleri ve töre cinayetleri diye medyada çok ikiyüzlü bir ayrımcılık da var. Töre cinayeti deyince Kürtlere atfedilen, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da işlenen cinayetler batıya doğru geldikçe namus cinayeti oluyor. Bianet seminerlerinde bu cinayetlere artık “namus bahanesiyle işlenen cinayetler” veya “kadın katli” denmesi konusunda mutabakata varıldı. Medya saldırganın ifadesinden yararlanılarak hazırlanan mağdur ve yakınlarını yaralayabilecek başlıkları veya mağduru küçük düşürücü durumlarda gösteren fotoğrafların kullanmaktan kaçınmalıdır.
Sonuç olarak; medya iktidarın ideolojik aygıtı olarak, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üreten ve meşrulaştıran bir araç olmak yerine, kadın hakları odaklı ve toplumsal cinsiyet eşitliğini gözeten bir mücadele alanı ve aracına dönüşmelidir.
28 Eylül 2019
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN