Gamze Akdemir (gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr)
“Gölge Kokusu”nda 12 Eylül fırtınasının savurduğu, işkence gören, mülteci konumuna düşen, çıldıran insanları anlatmıştı şair, yazar Habib Bektaş. “Cennetin Arka Bahçesl”nde de benzer bir trajediden yola çıkıyor. Köyleri yakılan, memleketlerinden kaçmak zorunda kalan insanların yanı sıra tutunamayan, devletin öldürmekten beter ettiği insanların hikâyelerini buluşturuyor. Yazar, bu romanının güncesini de, “Gâvur İmam’dan Çakır’ın Romanına” adıyla ayrı bir kitap olarak kaleme aldı. Günce, vatandaş Habib’le bir şeyleri kurmaya, yaratmaya çalışan yazar Habib’in birbirleriyle ve roman kişileriyle dertleştiği bir yol, yazım haritası niteliğinde. Bektaş’la “Cennetin Arka Bahçesi” ve “Gölge Kokusu” kitaplarını konuştuk.
– Gölge Kokusu’nda da Cennetin Arka Bahçesi’nde de yaşlısından gencine kişilerin beklentileri en önce huzur ve sevgi ortaklığında buluşuyor. Kimi felsefi bir derinlikle, kimi ise günlük yaşam içinde yalınca ulaşmaya çalışıyor buna.
– Gölge Kokusu’nda 12 Eylül fırtınasının savurduğu, yerinden yurdundan ettiği insanlar anlatılır. İşkence gören, kaçan, mülteci konumuna düşen, çıldıran insanlar… Cennetin Arka Bahçesi’nde de benzer bir trajedi var: Köyleri yakılan, memlekederinden kaçmak zorunda kalan, adına “gâvur” dedikleri başka ülkeleri yurt etmenin hayaliyle ayakta kalmaya çalışan insanların yanı sıra tutunamayan, devletin öldürdüğü, öldürmekten beter ettiği insanların hikâyesi anlatılır. O durumdaki insanın ekmek, huzur ve sevgi arıyor olması doğal bence. Belki de sevmek, kederli, yalnız ve acı çeken insanın korunağıdır. Buna sevmeye hazır olmak da diyebiliriz, insanın yürek kapılarının açık olması. Romanda şöyle bir bölüm anımsıyorum. Burada doğaçlama söyleyeceğim: “Sevmek, severek öğrenilen!” Sevmenin okulu yok. Sevgi, yeter ki yeşerecek ortamı bulsun, maya olsun sevgilere, yenilesin, büyüsün, çoğalsın.
“CENNETTE ACILARDAN ARINMIŞ TEK BİR İNSAN YOK!”
– Farklı hatta bambaşka gibi görünen her kesimden insanların, geçim dertli ailelerin, yürek acılı insanların umut ve trajedilerini de şal gibi sarınıyor roman. Bu bağlamda geçmişlerinden kopup veya kaçıp geldikleri Cennet nasıl bir yola devam sunuyor onlara?
– Burada Çakır, hadi Memo diyelim; Memo ve Oykü’den söz etmemek olmaz. Roman yazmaya çalışan Oykü’den, en çok da Memo’dan bir masal dinleriz, bir ağıt, bir dengbejin destanını. O destanın acılardan, yangınlardan, ölümlerden oluştuğunu görürüz. Bunun anlatıldığı mekân cennettir, arka bahçesi bile olsa. Romanın bir yerinde cennetin yavaş yavaş cehenneme dönüştüğünden söz edilir. Cennetteki hiçbir yolun sevgiye, huzura çıkmayacağını sezeriz. Yine de ama umuda tutunur insanlar, kaybedecek pek bir şeyi olmayan insanlar. Öykü ama bilir hiçbir çıkış yolu olmadığım. Evet, o bilir, kendini bırakışı, savruluşu ondan. Cennet’te acılardan arınmış tek bir insan yoktur. İsmet Bey bile cenneti terk edip kendi cehennemini aramak üzere İstanbul’a kaçar. Romanda cennet, sevgili editörüm Ayşegül Günaydın’in da saptayıp söylediği gibi neredeyse bir karaktere dönüşür. Romanın sonunda Oykü’nün söyledikleri geliyor aklıma: “Cennet, Habil’den sonra da Cennet’tir. Belki bir başka Cennet, yaşanır!”
– Çakır ile Öykü’nünki nasıl bir yoldaşlık?
– Çakır’in Öykü ablasına âşık olduğunu, zaman zaman ten temasını arzuladığım sezeriz. Çakır’ın Öykü ablası “güzel”, kendi annesine, halasına göre “bakımlı”, “şehirli”. O, arzu edilebilecek kadar “güzel”. İşin aslı şu ama: Başlangıçta, Çakır henüz Türkçe bilmezken elleriyle konuşuyorlardı, sesleriyle, bakışlarıyla: O zamanlar “Öykü Abla’sı güzel abla”ydı. Öykü konuşunca “güzel sesli abla” oldu. Öykü Abla’sının “sesi, su sesi gibi” oldu. Çakır’ın anasırım “boynunun altındaki koku gibiydi”. Çakır ve Öykü olağanüstü bir sevgiyi büyüttü. Ortak yönleri, ikisinin de örselenmiş, acılar çekmiş olması ve birlikte roman yazması. Çakır anlatır, Öykü yazar. Şimdi burada Freud amca olsaydı, sanıyorum o da şöyle bir şeyler mırıldanırdı: Her oğlan çocuğunun yaşamında bir “öykü ablası” var.
“ROMAN, KÜRT SORUNUNU POLİTİK VE İNSANİ AÇILARDAN İRDELİYOR”
– Gecekondularını yıktı belediye. Ocaklar yıkıldı. Haneler ve kaderler birleşti ve gâvura gitmek, o acı vatana gitmek daha bir şart oldu. Komanınız hu bağlamda nasıl bir “yol”a hazırlık öyküsü?
– Bence onlarınki bir yere gitmek değil. Şöyle desek daha doğru: Bir yerden gitmek, ayrılmak, eskiler “terk-i diyar etmek” derdi. Yangınlardan kaçıyorlardı, ölümlerden, açlıktan ve öldürülme korkusundan. Belki de o yüzden gitmeyi düşledikleri yerin adım hiçbir zaman anmazlar. Oraya sadece “gâvur” derler. O dönemde devlet yoktu. Devlet derinlerdeydi. Derinlerde çalışıyordu. Taner bir ara masanın altına düşen bir şeyi ararken ne aradığım soran Öykü’ye, “devleti arıyorum” diyecektir. Kapkara bir mizah. Gülerken insanın dudaklarını ve yüreğini acıtan. Şöyle diyelim: Çakır’ın, hayır hayır, o zaman Memo, Memo ve ailesinin evleri yakılmıştı. Tüm köy yakılmıştı. Bu masal değil ki! Yüzyıllardır yaşadıkları köy, mekân.
– Nereye gidebilirlerdi?
– Onların gidecek yerleri yoktu. Devlet yoktu. Bir adres yoktu. Onlarınki sadece gitmekti.
– Evet, Çakırın ailesinin yanı sıra Öykü’nün Taner’iyle de yakın tarihe önemli bir toplumsal eleştiride bulunuyor roman.
– Her iki tarafta da parçalanmış, örselenmiş hayadar… Kimbilir, belki de onların tutkalı acılardır. Toplumsal eleştiriye gelince, romanım kuşkusuz politik bir roman. Koynunda bir de güncesi var. Günce okunduğunda görülecek; romancı olarak bir şeyleri yıkmak, yeniden kurmak, politika yapmak gibi bir derdim yoktu. Olanı yazdım, hayatın gerçeğini roman gerçeğiyle harmanlamaya çalıştım. Yazdığım metnin her şeyden önce bir roman, evet bir roman, ne eksik ne fazla, bir roman olmasını istedim ve romanımdaki insanların önce insan olmalarım istedim. Sonra, hayat onları nereye savurduysa savuruyorsa oraya gitmelerini. Cennetin Arka Bahçesi’nin Kürt sorununu günümüzden on beş yıl önce sadece politik açıdan değil, insani açıdan da irdelediğini düşünüyorum.
“ÖYKÜ, BİR TUTUNAMAYAN!”
– Sevmek; eksikliği veya yalan yanlışlığı ile bunaltıyor kişileri hele ki Oykü’yü.
– Öykü’nün sorunu sanıyorum şu; sormak, öğrenmek, bilmek, rahatlığı ve tekdüzeliği değil, tedirginliği ve acıyı seçmek, cennetin içini değil, arka bahçesini, belki de cehennemi. O, kendi kendisinin sürgünü. Yalnız. Ama yalnız olduğu için acı çekmez. Yalnızlık onun seçimi. O, bence, bir “tutunamayan.” Kim bilir, belki de “tutunmak” istemeyen. Buna içinde yaşadığı düzen de izin vermez. Sevgi, aşk diye gözlerini kapatarak erotizme sığınması da ondan, diye düşünüyorum.
– Cennet’in doğası yatıştıran, güven veren olarak çizili fidanlarca. Herkesin eli toprağa mutlaka bir değiyor. Gidecek olan da kalacak olan da bir iz, bir yaşam bırakmak istiyor sanki.
– Yazar da her şeyi bilinçli kurmuyor, kuramıyor. Romanın gerçekliği, oradaki hayat dayatıyor bazı şeyleri. Şimdi siz söyleyince fark ettim de, haklısınız. Galiba bir iz, bir nişan, bir yaşam bırakmak isteyen insan, çoğunca bilinçaltının dürtüsüyle korkusunu yenmeye çalışıyor, yaşamak istiyor, kalmak, tutunmak istiyor ve doğayı görüyor. Doğayla ilişkisi yoğunlaşıyor. Bu, ilk insandan bu yana böyle. Çakır’ın Koltuktaş’ı anılabilir burada, bir ilk insan gibi taşla taştan yonttuğu, elinin sıcaklığım taşıyan, ismet Bey’den Ceviz ağacı, ve Memo’nun nar ağacı ve Osman amcasının diktiği zeytin ağaçları, biri kuruyan, Dilan’ın ağacı.
“DİLAN TÜRK KADİNLARİN, KÜRT KADINLARIN ÇOCUKLUĞU”
– Di lan… Sessiz, hasta. Kaderi nelere karşılık geliyor yaşamda?
– Hepimizin canını acıtan bir yanıt olacak bu ama söylemeden edemeyeceğim: Dilan Türkiye’ye benziyor, Dilan bize benziyor, Dilan Türk kadınların, Kürt kadınların çocukluğudur, ölmeleri, öldürülmeleri ve ardından ağlamak için sakladığımızdır. Umarım okurlar çok görmez bu sessiz çığlığımı.
– Ve günce… Dediğiniz gibi “Roman, bir dünya, kuran ben, içindeki yine Ben (mi?)” Yanıtı burada da isteriz!
– Tamam, roman güncesi diyelim, benim için bir iç dökme, dertleşme. Kiminle? Galiba orada Habib, bir şeyleri kurmaya, yaratmaya çalışan yazar Habib’le dertleşiyor. Belki biraz da roman kişileriyle. Evet, roman kahramanlarından söz ediyorum. Onları siz yaratıyorsunuz, asıl dert ondan sonra başlıyor, romancı olmanın ötesinde sorumluluk üsdeniyorsunuz, o insanlara dönük, onların yaşadıkları sizi etkiliyor. Dilan’a ağlamıştım. Çakır’ın babaannesini anlattığı bölümleri yazarken de “ağlak” bir romancı olup çıktım. Ne yapalım, bu pek anlatılmasa söylenmese de kendisinin kurguladığı insanların trajedisine ağıt yakan yazarlar az değildir, diye düşünüyorum. Şöyle bir örnek vermek istiyorum: Hamriyanım adlı romanımda gerçekten yaşamış bir kahramanım vardı. Metin. Metin gerçek hayatta intihar etmişti. Romanda da öyle oluyor, Roman neredeyse onun üzerine kurulur. Ama o hep siliktir. Onu başkaları anlatır. Roman’ın hikâyesi Metin gibi gözükse de Metine dan (intiharının dışında) pek bir şey anlatılmaz. Onu anlatanlar, kendilerini anlatırlar, hayatı anlatırlar. Metin, kendisini roman gerçeğinde anlatamayacak kadar hayatın gerçekleri içinde kalmış. O bir tutanak, neredeyse bir sahne dekoru. Romanda varsa onu roman gerçeğinde anlatan roman kahramanları olduğu için var. O, hayatına nasıl son verdiyse romanda da kısacı öyle anlatılır, daha doğrusu değinilir. Onun romandaki intihan beni çok etkilememişti, yazma aşamasında. Çünkü ben onu tanıdığımda yaşamını bitirmişti. Onu ben yaratmamıştım. Onun duygularını bilmiyordum. Ama aynı romanda psikolojik anlamda hasta olan, fırsatçı diyebileceğimiz, Yeşilçam tabiriyle “kötü adam” Fritz’in intiharı beni çok etkilemişti veya aynı romandaki koy kökenli Fatma’nın uçurumlar kadar derin yalnızlığı. Soruya dönüyorum: yarattığım her insan biraz da Ben. Kimin Ben’i? Benim olduğu kadar okurun da Ben’i diye düşünüyorum. O dünyayı kurgulama becerisini gösterebildiysem roman kişilerinin bir Ben’i olduğu içindir ve o dünyada, roman gerçeğinde yaşamaları.
– “Yurt” tanımınızı sorarak bitirelim söyleşimizi.
– Yurt, burada “haymat” diyeceğim, çocukluğumuz, anne deyişimiz, bebekliğimizde elimize alıp ağzımıza sokarak tanıdığımız nesneler, barış, barış yoksa barışın özlemi, dostluk, kokular, bende bir dere kıyısı, sularına güneşin ve çocuk yüzümün yansıdığı, bazen de vesikalık bir fotoğraf, polis kayıdarında, evden çıkarken arkamdan annemin bakışı, sakalları canımı acıtmasın diye babamın beni öpmeye kıyamayıp saçlarımı koklayışıdır.
Cennetin Arka Bahçesi/Habib Bektaş /Delidolu Yayınları/ 480 s.
Gâvur İmam’dan Çakır’ın Romanına-Cennetin Arka Bahçesi Roman Güncesi/ Habib Bektaş/ Delidolu Yayınları/ 104 s.
Gölge Kokusu-Eylül Fırtınası Filminin Romanı/ Habib Bektaş/ Delidolu Yayınları/ 392 s.
(Cumhuriyet, 16.04.2015)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN