Levent TÜLEK
Sağlam klişedir; “yanı başımız yanıyor” ya da “Ortadoğu kaynıyor” sözleri. Kaç kuşaktır gazetelerde, radyo ve televizyonların haber bültenlerinde hep duyduğumuz ve bu yüzden de maalesef kanıksadığımız bir klişeye dönüşmüştür bu olgu. Binlerce yıldır suların durulmadığı bir coğrafyanın yanı başında olmak o yangının sıcaklığının sizi de ısıtması demektir aslında biraz da. Ama işte bir süre sonra sıradan bir bülten haberi olmaktan öteye gitmez. Acılar hikâye, ölüler sayı gibi olur. Oralarda olup bitenler hakkında yalnızca yüzeysel olarak bilgi sahibi olunur ve bu böyle sürüp gider. Hepimiz kuşaklar boyunca tansiyonu bitmeyen, sıkıcı olmasına rağmen yayından kalkmayan bir televizyon dizisi gibi izleriz o coğrafyada olup bitenleri. Kaba tabiriyle en akademisyeninden kahvedeki adama kadar ahkâm kesmeyenimiz yoktur o topraklar için. Ama işte ateş düştüğü yeri yakar ve orada yaşayanlar bilir savaşın acısını, mal olduğu hayatları ve sonuçlarını.
Kalanlarla gidenlerin muhasebesi
Shahzadeh N. İgual “Tahran’ın Kırmızı Sirenleri”nde işte bize içerden anlatıyor o sıcak coğrafyayı. Dile kolay gelebilir, ama 8 yıl sürmüş bir İran-Irak Savaşı’nın kadim bir ülkeyi, köklü bir kültürü ve tüm yerleşik düzeni nasıl darmadağın ettiğini çarpıcı bir şekilde anlatıyor bizlere. Ve açıkçası zaman zaman “Ne kadar az şey biliyormuşuz komşumuzla ilgili” diyorsunuz kendi kendinize. Ya da en azından benim gibi konuyu pek de derinlemesine bilmeyenler için bu kitap İran’ın son 40 yılı ile ilgili son derece ayrıntılı, samimi ve açık yürekli bilgilerle donatıyor okuyanını. Ama bunu tıpkı o kadim kültürün dilinin şiirselliğiyle, akıcılığı ile yapıyor İgual. Romanını adeta Bin Bir Gece Masalları gibi destansı bir kurguyla örüyor. İddiasız, mütevazı bir anlatıyı öyle derinlemesine işliyor ve dili öylesine tatlı kullanıyor ki -zaten Farsçanın lezzetini tartışmaya gerek yok- bir an olsun sıkılmadan, dağılmadan ve konsantrasyonunuzu bozmadan kitaptan kopamıyorsunuz.
Roman, sadece bir ülkenin yangın yerine dönmesi hikâyesi değil göçmenlik hikâyesi de aynı zamanda. İgual’in annesi ve kız kardeşiyle geldikleri Türkiye’yi ve burada yaşadıklarını da okuyoruz bir yandan. Türkiye’de yaşayan bizleri bir yabancının gözünden okumak her zaman ilginç gelse de burada anlatılan Türkiye’de yabancı olmak değil vatanından, ailenden, okulundan, mahallenden, ağaçlarından, çiçeklerinden, toprağından ve insanlarından uzaklaştırılmanın trajedisi esasında. Son yıllarda yükselen göç ve göçmenlik sorununun belki de en ağırlarından birini yaşamış İran. Şah Rıza Pehlevi döneminden sonraki devrim ve süreci, ardından İran-Irak savaşı adeta insanları yerlerinden etmiş. Ülkesini ve toprağını seven, onu korumak ve orada yaşamak isteyenler tüm zorluklara, rejim değişikliklerine, savaşlara rağmen direnirken, buna muhalif olan, siyasi iklimle uyuşamayan, savaşın da getirdiği yıkım ve tahribatla parçalanan ailelerini, yakınlarını bir arada tutmaya, yaşatmaya çalışan başka bir kesim de göçe zorlanmış. Kalanlarla gidenlerin muhasebesini de yapıyor kitapta yazar:
“…İranlılar, mecburen komşu ülkeler yahut Avrupa ülkelerindeki Amerikan Elçiliklerine başvuruyorlardı. Savaşa İngiliz kalan kimi güzel vatandaşlarımızın da İngiltere’yi tercih etmesinde sırtlarındaki çuval çuval paund’lara kucak açan İngiltere’nin payı takdire şayandı elbette. Kimileri parmaklarının ucunda yürüyüp sessiz sedasız terk ederken İran’ı, bazılarının da gidişi manşet oluyordu gazetelere.
Sanat camiasının ünlü isimleri mesela. Bu camiada 1979, hatta 1977’de başlayan göç, savaş yıllarında akıl almaz bir hız kazanmıştı. Ekseri devlet ‘Git’ demeden giden sanatçılar, hudut ötesinde über güç bayraklarının altına atar atmaz kendilerini, memleketleri için ağıtlar, şarkılar, teraneler yazıp söylüyorlardı! Los Angeles’ların, Londra’ların, Montreal’lerin kayıt stüdyolarında donut’larını yiyip Amerikan roast kahvelerini yudumlarken, bordeaux’larını içip fish&chips’lerini çatallarken ‘Canım memleketim’ diye bağıran, sürgün edilmediği halde kaçmanın kolaycılığına sığınan müzisyen büyüklerimizin hasret ve mihnet şarkılarıyla değil, babam gibi ala imkanlara sahip olduğu halde sınırın ötesine adım atmayı korkaklık addedenlerin, yani milyonlarca yurtseverin mücadelesiyle İran ayakta durabilmişti mütecaviz Irak’a karşı…”
Münferit bir feryat gibi görünse de
Bu satırlardaki serzeniş, batılı dadılarla yetişmiş ve maddi olarak oldukça refah bir aileden gelen yazarımızın dağılan ailesinin ardından oldukça münferit bir feryadı gibi gelebilir. Ancak kitabın tamamını okuduğunuzda memleketine, toprağına, kültürüne ve insanına âşık bir İranlının ihanete uğramışçasına acısını paylaşıyorsunuz.
Kitap, aslında hepimizin fikrinin olduğu ve ayrıntısını bilmediğimiz bir olayı anlatıyor. Komşumuzun evini. Onun içinde neler olduğunu. Ama her şeyden önce savaşın vurduğu insanların, gidenlerin ve kalanların ödediği bedellerin hikâyesi bu kitap. Hem edebiyat hem siyaset hem de güncel tarih sevenlerin ama çokça da Fars kültürü severlerin kaçırmaması gereken bir anlatı “Tahran’ın Kırmızı Sirenleri”. İyi okumalar.
(Vatan Kitap, 15.06.2017)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN