Post image
“Karantina uygulanmazsa 10 dakikada 1 kişiyi kaybedeceğiz”

Meltem AKYOL

İstanbul – Boston College Biyoloji Bölümünde asistan profesör olarak çalışan Emrah Altındiş uyardı: Karantina uygulanmazsa yakında 10 dakikada ardından belki de 5 dakikada 1 kişiyi kaybedeceğiz.

Koronavirüs nedeniyle Türkiye’de ilk vakanın ortaya çıkmasının üzerinden tam bir ay geçti. Vaka artışı ise hızlanarak devam ediyor. Uzmanlara göre ABD ile birlikte en sert yükselişte olan ülkeyiz… Peki, ne olacak?

Türkiye’deki süreci başından beri yakından takip eden Boston College Biyoloji Bölümünde asistan profesör olarak çalışan Emrah Altındiş’in açıkladığı rakamlar kaygı verici. Altındiş, an itibari ile Türkiye’de hem vaka hem de ölüm sayılarının yedi günde bir, ikiye katlandığına işaret ederek uyarıyor:

“Türkiye’de bugünkü sayılarla baktığımızda her 15 dakikada 1 yurttaşımızı kaybediyoruz. Trend böyle sürer ve karantina uygulanmazsa yakında 10 dakikada, ardından belki de 5 dakikada 1 kişiyi kaybedeceğiz. Bugün işe zorla gönderdiğimiz insanlardan da bir kısmının vefatına yol açacağız, hemen enfekte şehirlerde 2-4 hafta sürecek karantinalar uygulamaya başlamalıyız.”

VAKA VE ÖLÜM SAYILARI YEDI GÜNDE BİR KATLANIYOR

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın her akşam açıkladığı rakamlara göre Türkiye’de vaka sayısı hızla artıyor. Siz mart başında ‘tsunami geliyor’ diyerek endişelerinizi dile getirmiştiniz. Son verilerle birlikte toplam fotoğrafı yorumlar mısınız?

11 Nisan itibarıyla Türkiye’de ilk vakanın tespit edilmesinden sonraki bir ayı tamamlamış oluyoruz. Şu an itibarıyla vaka sayısı 50 bini ve ölümler de 1000’i aştı. Bu henüz bahsettiğim ‘tsunami’nin ilk dalgası. Güney Kore’nin aldığı önlemlere benzer önlemlerle engelleyebileceğimiz bir salgında halihazırda 1000 insanımızı kaybettik.

Bugünkü rakamlarla hem vaka sayısının hem ölüm sayısının yedi günde bir iki katına çıktığı bir noktadayız. Dünyada siyasetçiler rakamları maniple edip, toplam vakalarla ölüm sayılarını karşılaştırarak çok düşük bir ölüm oranı veriyorlar. Oysa hastalığın oluşum sürecinde enfekte olduğunuz tarihle alakalı ve ölüm oranlarını aynı dönem hasta olmuş insanların durumunu karşılaştırarak incelemeliyiz. Buna İngilizce’de ‘case fatality rate’ diyoruz, yani kapanmış vakalarda ölüm oranı. Türkiye’de hastaneye kaldırılan, ölüm ya da iyileşme ile sonuçlanmış vakaların ikisi iyileşirken, bir yurttaşımızı kaybetmişiz. Bu rakam dünyada üç iyileşmeye karşı, bir kayıp düzeyinde. Bu da aslında endişemizin temel kaynaklarından biri ve salgın yönetimini bu tür endişe verici verilere göre yapmalıyız.

Vaka artış hızına gelince, dünyadaki diğer ülkelerle Türkiye’deki 100 vaka sonrası artışı karşılaştırdığımızda, ne yazık ki Amerika’nın ardından İspanya ile ikinci sıradayız. Bu yükseliş çok endişe verici. Şu anki vaka sayısı artışımız İtalya’nın da Çin’in de çok üzerinde, yani daha sert bir şekilde yükseliyoruz. Bu da yine İtalya’da ve İspanya’da yaşananları bildiğimiz için -biz onları 2-3 hafta geriden takip ediyoruz- endişemizi artırıyor. Bununla birlikte bugün görülen 50 bini aşan vaka, bundan iki ya da dört hafta öncesinde enfekte olan ve semptom göstererek hastaneye kabul edilen insanlarımız. Bilimsel çalışmalarda vakaların sadece yüzde 20’sinin hastaneye başvuracağı tahmin ediliyor, bu tahminle Türkiye’de en az 250 bin enfekte insanımız var. Bu 250 bin insanımız geçtiğimiz bir ay içerisinde başka insanları da enfekte etti. Dolayısıyla şu an gördüğümüz rakamlar buz dağının görünen yüzü.

Market, markete girmek için sırada bekleyenler 
Fotoğraf: DHA

CUMA AKŞAMI YAŞANANLARI 2-4 HAFTA SONRA SAYI OLARAK GÖRECEĞİZ

Bir de cuma gecesi 2 günlük sokağa çıkma yasağının 2 saat kala ilan edilmesi sonrası yaşananlar var…

Çok üzüldüm görüntülere, binlerce insanın marketlerde, fırınlarda hiçbir önlem almadan temas kurduğunu gördüm. Haftalardır bilim insanları olarak enfekte şehirlerde karantina isteyip, sosyal mesafelenmenin önemini anlatmaya çalışırken, devleti yönetenler bu kararları ile virüse aradığı fırsatı altın tepside verdiler. Bu iki saat evvelden ilan edilen 2 günlük karantinadan dolayı enfekte olan insanlarımızı 2-4 hafta sonra Sağlık Bakanı’nın açıklamalarında sayı olarak göreceğiz. Skandal sadece bunun insanları paniğe sevk edecek şekilde iki saat öncesinde açıklanması değil, dünyanın hiçbir yerinde 2 gün uygulanmış karantina olmamış, zira bu karantinanın mantığına aykırı. Amacımız enfekte insanları taşıyıcı olamayacakları noktaya kadar evde tutmak, bunun için de en az 14 güne ihtiyacımız var, bu 14 günde semptom gösterenleri yakalayıp, semptomsuzların da evlerinde bağışıklık sistemleri ile enfeksiyonu yenmelerini beklemeli, bu arada sağlık sisteminin ihtiyacı olan zamanı kazanmalıyız.

HER 15 DAKİKADA 1 YURTTAŞIMIZI KAYBEDİYORUZ

Özel olarak İstanbul’a eğilirsek, rakamlar bize ne söylüyor?

İstanbul çok kalabalık, insanların küçük alanlarda çok yoğun yaşadığı, bununla birlikte çok fazla yoksulun olduğu bir kent. Aynı zamanda Türkiye’nin endüstriyel olarak da başkenti, her gün milyonlarca işçinin işe gidip-geldiği bir kent. İstanbul’un Türkiye’deki vakaların yüzde 60’ına sahip olması biz bilim insanlarını çok tedirgin ediyor. Çünkü önümüzde New York gibi bir örnek var. New York da İstanbul gibi insanların iç içe yaşadığı bir şehir ve bugün artık neredeyse her iki dakika bir insanın hayatını kaybettiği bir noktaya gelindi. Hayatını kaybeden yurttaşların yüzde kaçı İstanbul’da bilmiyoruz, çünkü vakalarda ve verilerin paylaşımında bir saydamlık yok. Ama vakaların tüm şehre yayıldığını görüyoruz. İzmir ve Ankara’da da vakaların bütün şehre yayıldığını anlıyoruz açıklanan haritalardan. Türkiye’de bugünkü sayılarla baktığımızda her 15 dakikada 1 yurttaşımızı kaybediyoruz. Trend böyle sürer ve karantina uygulanmazsa yakında 10 dakikada, ardından belki de 5 dakikada 1 yurttaşımızı kaybedeceğiz, çok dikkatli olmalıyız. Hemen enfekte şehirlerde 2-4 hafta sürecek karantinalar uygulamaya başlamalıyız. İstanbul’un bir dezavantajı da ABD’de olan özerk bir yapımızın olmaması. Örneğin Kaliforniya valisi; ben Kaliforniya’da karantina ilan ediyorum, dedi 2-3 hafta önce, Trump’a rağmen. Ekrem İmamoğlu’nun ya da diğer belediye başkanlarının ne yazık ki böyle bir resmi yetkileri yok ve tüm kararlar tek bir adamın iki dudağı arasında.

HAYATINI KAYBEDENLERİN YÜZDE 20’Sİ 60 YAŞIN ALTINDA

Verilerle devam edelim. Türkiye’de 60 yaş altı ölümlerin oranının, dünya ile kıyaslandığında, daha yüksek olduğunu görüyoruz…

Evet, bu veriye her fırsatta dikkat çekme sorumluluğumuz var, çünkü çok önemli. Türkiye’de vefat eden insanlarımızın yüzde 20’si 60 yaşın altında. İtalya ve İspanya ile karşılaştırdığımızda bu rakam gerçekten endişe verici. İtalya’da bu oran yüzde 2, İspanya’da yüzde 5 civarında. Buna ek olarak bu insanlarımızın, yani vefat eden 60 yaş altındaki yüzde 20’nin, yarısında da başka bir kronik rahatsızlık bulunmamış. Yani 60 yaş altında başka bir hastalığı da bulunmayan 100 insanımızı COVID-19’dan kaybetmişiz. 20-65 yaş arası işçilerin her gün işyerlerine gittiği düşünülürse riskin hem o işçiler hem de aileleri-akrabaları acısından ne kadar yüksek olduğu görülür! Bu farkları ‘İtalya’da nüfus yaşlı bizde genç, onun için öyle oluyor’ diye açıklayamayız.

Neden peki?

Farklı toplumların farklı sağlık sorunları var. Türkiye’de sağlıksız bir toplumumuz var. Bu ne demek? Toplumun yüzde 31’i -3’te biri yani- hipertansiyon hastası, 11 milyon insanımız -toplumun yaklaşık yüzde 15’i- diyabet hastası, obezite/şişmanlık çok yaygın, ayrıca sigara tüketimi aşırı derecede yüksek… Buna ek olarak Türkiye’de yoksulluk, yoksunluk çok yaygın. Bu da doğrudan beslenmeyi, beslenme de doğrudan bağışıklık sistemini etkiliyor ve son olarak pek çok insan sağlık sisteminde iyi hizmete ulaşamıyor. Türkiye’deki 1000 kişiye düşen doktor sayımız-yatak sayımız Avrupa Birliği’ndeki bütün ülkelerin, pek çok OECD ülkesinin de gerisinde. Bu manada gençlerin rahatsızlığını ve genç ölümlerini bu yapısal durum içerisinde anlayabiliriz.

ABD’de de toplum çok sağlıksız ve yoksun, burada da genç ölümleri yüksek, Güney Kore’den son gelen rakamlarda yüzde 15 civarında olduğunu öğrendim. Dolayısıyla ölümlerin hangi grupta konsantre olduğu ülkeden ülkeye değişiyor ve salgın yönetimi için dikkatle incelenmesi gerekiyor. Tabii ki ekseriyetle, 60 yaş üstü bireyleri, kronik hastalığı olan yaş almış bireyleri daha çok etkiliyor; fakat artık kafamızdan ‘Bu hastalık gençleri etkilemiyormuş’ fikrini çıkartalım. Bugüne kadar kaybettiğimiz 200 kişi 60 yaşın altında!

Eminönü’nde yürüyen yaşlı bir kadın (solda) ve poşet taşıyan bir erkek (sağda)
Fotoğraf: Elif Öztürk/AA

TAKSİT TAKSİT ÖNLEM ALMANIN BEDELİNİ ÖDÜYORUZ

İstanbul’da 45 gün sonra hazır olmak üzere iki yeni hastane planı açıkladı Cumhurbaşkanı… 45 gün sonrası uzak bir tarih değil mi?

Çin devleti, otoriter yönetimlerinden, baskıcı anlayışlarından dolayı yaşadığımız salgından sorumlu. Buna rağmen geç de olsa kendi ülkelerinde gerekli adımları hızla attılar. Bunlardan biri karantina uygulamasıydı, Wuhan’ın başkenti olduğu 40 milyonluk eyaletten başlayarak karantina uyguladılar. İkincisi de hemen müdahale edip, bir hafta içerisinde yaklaşık 2 bin 500 yataklı, nitelikli, iki çok büyük hastane kurdular. Aynı şekilde Avrupa’da ve bugün Amerika’da pek çok alan, mesela Viyana’da, İngiltere’de, Madrid’de fuar alanları, hızla hastane alanlarına çevrildi ve çevrilmekte. Çünkü şunu çok iyi anlamamız lazım; bugün var olan sağlık kapasitemiz salgının gelmekte olan dalgalarına cevap verebilecek kapasiteye sahip değil. Bundan ötürü çok hızlı olmamız gerekiyor. Şu an itibariyle vakalar 7 günde bir iki katına artma hattında, yani şu an 50 bini aşan vaka sayımız bir hafta içerisinde, iyimser bir tahminle günde 4 bin artışla minimum 78 bine çıkıp, muhtemelen daha da üstünde 100 bin sınırına yaklaşacak demek. Ondan sonraki 2 hafta 100 bin üzerinde seyredecek. Bu vakaların yüzde 20’si hastanede tedavi edilmek durumunda olunca, 45 gün sonra açılacak hastaneler bizim 2-4 hafta içerisindeki acil ihtiyacımıza cevap veremeyecek. Bu konuda da geç kalınıyor, diğer konularda olduğu gibi. Taksit taksit, salgını arkadan takip eden önlemlerle bu salgını kontrol edebilmemiz mümkün değil ve biz de bugün aslında bunun bedelini ödüyoruz.

İSTANBUL’DA DA HEKİMLER HASTA SEÇMEK ZORUNA KALMADAN…

Sağlık Bakanı, vaka sayısı 6 bin iken Türkiye’de yoğun bakım doluluk oranının yüzde 60 dolaylarında olduğunu söylemişti, rakam 35 bin dolaylarına ulaştığında yine yoğun bakımlardaki doluluk oranının yüzde 62-63’ü geçmediğini söyledi. Bu nasıl olur?

Evet, yine Türkiye’deki doluluk oranını yüzde 62-63 olarak açıkladı Bakan, fakat vakaların yarısından fazlasını barındıran İstanbul’da yoğun bakımların doluluk oranının yüzde 50 üzerinde olduğunu da söyledi. Kritik bilgi orada. Çünkü Kütahya’da boş olan yoğun bakımın İstanbul’da yoğun bakım ihtiyacı olan hastaya direk bir faydası yok. Onun dışında farklı günlerde aynı rakamı telaffuz etmesi kafa karıştırıcı. Bizim bilmediğimiz ya da açıklanmayan noktalarda yoğun bakım üniteleri açılmadıysa bunu anlamak zor. Bir ihtimal iyileşen ya da vefat eden hastalardan açılan yataklarla oranı sabitlemiş olabilir. Fakat her halükarda vakalar önümüzdeki bir hafta içerisinde iki katına çıktığında biz Türkiye’deki ve İstanbul’daki yoğun bakım ünitelerini doldurmuş olacağız. Gerekli önlemleri aslında salgın Türkiye’ye ulaşmadan almamız gerekiyordu, Örneğin ben bu konuya dair ilk ciddi uyarılarımı 11 Mart’ta ilk vaka tespit edilmeden çok önce yapmaya başlamıştım. 4 hafta önceden bu inşaatlar başlamalıydı. Bugün başlayıp 45 gün sonra, 60 gün sonra yapılacak sahra hastaneleri bizim gelecek 2-4 hafta içerisindeki ihtiyaçlarımıza cevap vermeyecek. Türkiye’de de doktorların, İtalyan doktorlar gibi yaşlı hastalarla genç hastalar arasında kimi solunum cihazına bağlayacağı konusunda bir tercih yapmak zorunda kalabilecekleri koşullar oluşuyor. Bunu hemen önlememiz lazım.

İSTANBUL’DA KAYBEDECEĞİMİZ VATANDAŞLARIN SORUMLULUĞUNU TAŞIYACAKLAR

Peki ne yapmamız lazım?

Virüsün R0 dediğimiz bir değeri var; R0 2’ye eşitse, bu, 1 kişi 2 kişiyi enfekte edebiliyor demektir. O 2 kişi 4 kişiyi, 4 kişi 8 kişiyi, 8 kişi 16 kişiyi… Bu şekilde hızla büyüyor enfeksiyonlar. Bu virüsün R0’ının 2’den de büyük olduğu düşünülüyor. Eğer biz insanları özellikle de en son Bakan’ın açıkladığı verilerde en fazla enfekte olan 20-65 yaş grubunu işe gitmeye zorlamaya devam edersek, bu insanlar çok yoğun enfeksiyon görecek, salgını yavaşlatamayacağız ve bir kısmının vefatına yol açacağız. Buna ek olarak her gün işe giden insanlar, evlerine döndüklerinde bu virüsü, -ki şunu tekrar hatırlatayım vakaların yüzde 30-50’si herhangi bir semptom göstermiyor,- evlerinde yaşayan ve risk gruplarından olan insanlara getirecekler.

Tekerleği bir kez daha keşfetmeye gerek yok. Bugün dünyada aslında uygulanan ve çalıştığını bildiğimiz iki metot var. Bunlardan biri Wuhan’da da uygulanan karantina metodu. İtalya’da 400’üncü ölüm sonrası tüm ülke karantinaya alınırken, Hindistan’dan Kaliforniya’ya, Fransa’dan İspanya’ya karantina uygulanıyor.

Sağlık Bakanı’nın bizzat kendisi de zaten 24 Şubat’ta Hürriyet gazetesinden Ahmet Hakan’a verdiği bir röportajda Wuhan ve İtalya’da yapılan karantina uygulamasını övüyor. Bakan aynı röportajda İran’da Kum’da çıkan vaka üzerine karantina uygulanmamasını ise kınıyor, İran sağlık bakanını arayıp bunun yanlış olduğunu bildirdiğini söylüyor, İran’daki yayılımın da karantinanın uygulanmamasından kaynaklandığını belirtiyor. Salgını durdurmak için enfekte olan insanı virüsten korumanız gerekiyor, bu da karantina ile olur. İnsanlar dışarıya çıkıp başka insanlarla etkileştiği sürece salgını durdurmanız mümkün değil. Sağlık Bakanlığı da Bilim Kurulu da bugün çok aşırı derecede enfekte olmuş bir şehrin, İstanbul’un, karantinaya alınması gerektiğini biliyorlar. Buna rağmen uygulamayarak, bu konuda cesur adımlar atmayarak, siz bu satırları okurken bugün enfekte olacak ve 2-4 hafta sonra İstanbul’da kaybedeceğimiz vatandaşların sorumluluğunu maalesef yüklenmiş oluyorlar. Bilim Kurulu üyelerine buradan bir çağrı yapmak istiyorum, rica ediyorum, uygulanmayan önerileri toplumla paylaşsınlar. Hükümetten bağımsızlaşsınlar. Sorunuza geri dönersek, çalışan ikinci metot da yoğun testleme. Güney Kore’de halihazırda günlük 20 bin test yapılıyor, toplamda ise 500 bine vardılar. Almanya geçtiğimiz hafta 350 bin test yaptı. Bizde 11 Mart tarihinde 900 ile başladı, 300 bini ancak dördüncü haftada aştık. Almanya’nın bir haftada yaptığını biz dört haftada halen yapamadık. Test kapasitemizi günlük 100 bin seviyesine çıkartmalıyız. Dolayısı ile umuyorum yetkililer artık bilim insanlarını duyar ve Türkiye’de şartlar İtalya’dan daha kötü hale gelmeden, başta İstanbul olmak üzere enfekte şehirlerimizde en az 2 fakat mümkünse 3-4 haftalık bir karantina uygulayabiliriz.

CEZAEVLERİ: GEÇ KALMADIK AMA GEÇ KALIRSAK DÖNÜŞÜ YOK

Ne yapmalı sorusunu cezaevleri için de sormak gerekiyor. Türkiye’de şu anda bir infaz düzenlemesi gündemde ve siyasetçiler, gazeteciler büyük oranda kapsam dışında bırakılıyor. Sizin cezaevleri için nasıl bir öneriniz, uyarınız olur?

Virüse karşı korunmak için Sağlık Bakanlığının da bilim insanlarının da tavsiye ettiği şeyler var: Sosyal mesafelenme, yani insanlarla aranıza mesafe koyma, hijyen, iyi uyuyun, iyi beslenin, kendinizi koruyun… Bütün bu saydıklarımız hapishanelerde tutulan yüz binlerce insanın sahip olmadığı lüksler. Oradaki insanlar iyi beslenmiyorlar, güneş ışığı alamıyorlar, çok kalabalık koşullarda yaşıyorlar. Bu bütün dünyadaki tutsaklar için geçerli. Ama biz biliyoruz ki Türkiye’de son 10 yılda hapishanelerdeki insan sayısı çok arttı; şu anda yaklaşık 300 bin kişi hapis, 60 bin kadar da çalışan var. Bu insanların bir kısmı risk altında, 60 yaş üstünde, büyük bir kısmı kronik hastalıklara sahip.

Dolayısıyla amacımız bu insanların can güvenliği ise infaz yasasında suçlara göre değil, risklere göre adım atmak zorundayız. Mesela İngiltere’de Londra’dan iki ölüm haberi geldi hapishanelerden. Aynı şekilde ABD biliyorsunuz hapishaneler konusunda dünyanın en kötü ülkesi. 2.5 milyon insan şu anda Amerika’da hapishanelerde. New York’da Rikers hapishanesinde her 1000 kişiden 27’si enfekte, yani binde 27. Amerika’da en yüksek vaka oranının olduğu New York City’de bu oran binde 3; yani bunun 9 katı cezaevinde enfeksiyon var. Çok hızlı yayılıyor ve cezaevindeki insanlar çok korunaksız. Su anda virüsün Türkiye hapishanelerinde de yayılmaya başladığına dair haberler alıyoruz. Türkiye’de de bir sürü gazeteci, avukat, milletvekili, belediye başkanı, öğrenciler yani binlerce düşünce suçlusu da hapishanelerde. Sadece onlar değil risk altında kim varsa, devlet bu konuda adım atmalı ve oradaki yurttaşlarını, kendi kanunlarına göre suç işlemiş olsa bile, tutuksuz yargılama, ev hapsi, şartlı tahliye gibi farklı yöntemler bularak bu özel dönemde korumalı. Geç kaldık diyemeyiz ama geç kalırsak sonuçları çok ağır olacaktır. Buradan yetkilileri uyarmak istiyorum, geç kaldığımızda bunun dönüşü yok, insanlar göz göre göre ölebilir ve toplu ölüm haberleri gelirse hapishanelerden bunun sorumluluğu bilim insanlarını dinlemeyen siyasi iktidarın üzerinde olacaktır. Bu konuda beklemeden adım atılması gerekiyor. Bir de Evrensel hapishanelerde bulunanlara da ulaşabilir, mahpuslara da çağrım önümüzdeki 4-6 hafta koğuşlarında mutlaka maske takmaları, maske verilmiyorsa, kendi atlet, tişörtlerinden maskeler yapmaları ve ağız, burunlarını bir şekilde örtmeleri. Mümkünse koğuş arkadaşları ile aralarında bir mesafe tutturmaları ve dışarıdan gelen şeylere dokunduktan sonra yüzlerine değmeden mutlaka ellerini sabunla yıkamaları. Koğuşta kalan bir insan için bu önerilerin kulağa saçma gelebileceğini de tahmin ediyorum, ama en azından sürekli kendi yapımları da olsa bir maske takmalarında fayda var.

NORMALLEŞME BİR AYDA OLMAZ

Hayat ne zaman normale döner?

Bu çok zor bir soru zira virüsü tanımıyoruz. Kimi epidemiyologlar bu virüsün artık yaşamımızın bir parçası haline geleceğini düşünüyorlar. Şunu kolayca söyleyebiliriz önümüzdeki üç ay içerisinde ortadan kalkacak bir virüs ile karşı karşıya değiliz, planlarımızı bir aşı yapılana kadar, buna göre yapmalıyız. Ki her şey iyi giderse aşının da üretim aşamasına gelmesinin en az bir senesi var. Bir de ilk dalgayı atlattıktan sonra, ikinci, üçüncü dalga vaka artışları ile karşılaşma riskimiz var. Çin mesela, şu anda harıl harıl ikinci dalgaya hazırlanıyor; enfeksiyon tekrar yayılırsa diye solunum cihazları, yoğun bakım üniteleri, maskeler, testlerle hazırlıkların yapıldığını söylüyorlar. Madem virüs uzun süre yaşamımızda kalacak, aklıma gelmişken bütün sigara içenlere de acil bir çağrım olsun, hemen sigara içme alışkanlıklarını terk etsinler, çünkü sigara içenlerin akciğerlerinde virüsün bağlandığı protein (ACE-2) daha fazla bulunuyor, ondan ötürü virüs sigara içenleri daha fazla etkiliyor. Bunun dışında sigara koronavirus ile olmazsa kanser ile zaten milyonları öldüren bir madde ve bu madde bağımlılığı ile vedalaşma zamanı. Bir de tekrar altını çizeyim. 8 saat uyku da en az iyi beslenme kadar bağışıklık sistemi için önemli. Ayrıca virüsün etkilediği iki grup, hipertansiyon ve diyabet hastaları, hekimlerinin-diyetisyenlerin önerdiği sağlıklı kilolara düşebilirlerse diyabetin de hipertansiyonun da vücutlarında şu an yarattığı tahribatı azaltabilirler.

Sorunuza geri dönersek her ne kadar, henüz bugün enfekte olanların yarın tekrar enfekte olup olamayacaklarını kesin olarak bilmesek de şimdiden, antikor temelli testleri çoğaltmamız ve toplumda kimlerin hastalığı geçirdiğini tespit etmemiz gerekiyor. Şunu kastediyorum, diyelim ki siz bu hastalığı geçirdiniz, ama farkında değilsiniz, kanınızdan örnek alıp test yaparak enfekte olup olmadığınızı, bağışıklık sisteminizin virüse karşı füzeler, antikorlar oluşturup oluşturmadığına bakarak anlayabiliyoruz. Eğer hastalığı geçirdiyseniz ve tekrar enfeksiyon riski olmadığını bu süreçte kanıtlarsa bilim insanları, özgürce işinize dönebilirsiniz. Bu, toplumun normalleşmesi için de bir adım olacaktır. Almanya’da bu yönde adımlar atılıyormuş, Türkiye’de de eğer bu şekilde testler hızla geliştirilirse bu yavaş yavaş yaşamın da insanların psikolojisinin normale dönmesi için etkili olacaktır.

OTORİTERİZM SALGIN YÖNETİMİNİ VE HALK SAĞLIĞINI KORUMAYI ZORLAŞTIRIYOR

Brezilya, Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye… Otoriter rejimlerin salgınla mücadele yönetimine etkilerine dair ne dersiniz?

Dünyada bilim insanları çok uzun zamandır bir koronavirüs salgını olacağını zaten yazıp çiziyorlardı. Bu bir sürpriz değil koronavirüs araştırmacıları için. Nasıl 2003’te SARS’ı, 2009’da MERS’i yaşadıysak bugün yaşadığımız SARS2 virüsünün geleceğini, bir salgın olacağını bilim insanları biliyordu. Buna ek olarak ben de buraya bir not düşeyim: Önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde, belki daha erken, tıpkı domuz gribinde, kuş gribinde olduğu gibi başka hayvanların influenza virüsleri mutasyon geçirip bizi enfekte edecekler. Önümüzdeki yıllarda insanlık farklı grip virüsü salgınları da yaşayacak. Bu bilgiler ortadayken dünyayı yöneten siyasetçiler son 30-40 yılda ne yaptılar, ona bakmamız gerekiyor. Sağlık bütçelerine aktarılan, bilime aktarılan paralar son 30-40 yılda ne kadar azaldı? Zenginlerin daha zengin olması için uygulanan politikalar, bütün ülkelerde militarizme, silahlara milyarlarca dolar akıtan politikalar, bankalara aktarılan fonlar… Bunları düşünerek aslında neden dünya olarak hazırlıksız yakalandığımız sorusuna cevap verebiliriz. Bugün örneğin insanlara ellerinizi yıkayın diyoruz ama dünyamızda yaklaşık 1 milyar insanın temiz suya, içecek suya ulaşımı yok, milyarlarca insan iyi beslenemiyor, dolayısıyla bağışıklık sistemleri zayıf. Kapitalizmin yarattığı bu ağır yapısal sorunlara bir de otoriterizm eklenmiş oldu özellikle son 10 yıldır. Bolsonara’sından Trump’a, Modi’den, Duterte’ye, Putin’den, Xi Jinping’e şu anda dünyada kendi bildiklerini tek doğru kabul eden, elitlerin temsilcisi, baskıcı pek çok liderle karşı karşıyayız. Biz de dünyadaki bu zincirin parçası olarak bunu yaşıyoruz ve bu yönetimlerin önceliği ne yazık ki kendi ekonomik yapılarını, kendi çevrelerindeki elitlerin çıkarlarını sağlam tutmak. Ondan ötürü de insan sağlığı yerine ekonomik çarkların dönüşünü önceleyen bazı politikalarda ısrar ediyorlar ve gelecekte bu ısrarla nasıl halk sağlığını riske atan kararlar vereceklerini göreceğiz.

Amerika örneği ile anlatalım: Amerikan Başkanı Trump korkunç bir salgın yönetimi sergiledi. Başından beri virüsün ciddiyetini anlamadı ve aslında hâlâ da anlamıyor. İlk haftalarda ısrarla herkesin işlerine dönmesini istiyordu ve bunu açık açık ifade ediyordu. Ne zamanki bilim insanları önüne rakamları koydular, şehirleri karantinaya alma politikası uygulanmazsa 1.5-2 milyon Amerikan vatandaşının yakın zamanda öleceğini söylediler, ancak o zaman ısrarından vazgeçti. Dolayısıyla bizim de özellikle Bilim Kurulunda cesur bilim insanlarına ihtiyacımız var. Fakat ne yazık ki günün sonunda bu güçlü tek adamlar karar verme yetkisine sahipler. Sağlık Bakanı neredeyse bir buçuk ay önce karantinayı överken, Türkiye’nin kalbi olan İstanbul şehri aşırı derece enfekte olmuşken orada karantina uygulayamıyor, gücü tek adamı iknaya yetmiyor. Bu da aslında bu haliyle hiçbir kelimeye gerek bırakmadan otoriterizmin salgın yönetimine etkisini apaçık gösteriyor. Ne yazık ki otoriterizm salgın yönetimini ve halk sağlığını korumayı da zorlaştırıyor.

Fotoğraf: Pixabay

Virüs laboratuvarda mı üretildi?

Nedense bu dönemde çok fazla yalan bilgi dolaşıyor, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada böyle, Amerika dahil… ‘Virüs laboratuvarda yapıldı’ bunlardan bir tanesi ve hemen herkes soruyor. Diğer virüslerle karşılaştırıldı ve bunun doğal bir virüs olduğu ihtimalinin çok çok yüksek olduğu sonucuna varıldı. Dünyanın en prestijli dergisinde yeni yayımlandı bu. İnsanlar doğayı bu şekilde tahrip etmeyi sürdürdükçe tıpkı domuz ve kuş gribinde olduğu gibi hayvandan insana virüs geçişlerini gelecekte de sıklıkla göreceğiz.

MUTASYON VAR, FAKAT…

Bu virüsü daha tehlikeli hale getiren bir mutasyon söz konusu mu?

Bütün canlılar olarak sürekli evrim yaşıyoruz, virüsler evrimi çok daha hızlı yaşıyorlar. Çünkü sürekli yeni hostlara, yani enfekte ettiği kişilere ulaşıyorlar. Bu virüs de mutasyon gösteriyor, fakat bu mutasyonların onu daha tehlikeli yaptığı yönünde bir bilgi henüz yok. Bir de bu virüsün zaten daha tehlikeli olmaya ihtiyacı da yok, sinsi olduğu, yani çoğu kişide bir semptoma yol açmadığı için oradan alıyor hızla yayılma gücünü. Mutasyonlar gelecekte aşı çalışmalarını etkileyebilir onu da zamanla göreceğiz.

BREZİLYA VE GÜNEY AFRİKA’DAKİ VAKA SEYRİ SICAKLIĞIN ETKİ ETMEYECEĞİNİ GÖSTERİYOR

Salgının havaların ısınmasıyla sona ereceği yönünde farklı fikirler var, biter mi?

John Hopkins Üniversitesi dünyada ne olup bittiğine dair bir harita ile her gün güncelliyor bilgilerini. Sorunuza güney yarım küreye bakarak yanıt verebiliriz. Örneğin Brezilya’da da ölümler 1000’in üzerine çıktı, orada da çok sorumsuz bir yönetim sergileniyor, Bolsonaro diye aşırı sağcı bir liderleri var. Avustralya’da da, Güney Afrika’da vakaların yükselmesi aslında sıcaklığın çok da etki etmeyeceğini işaret ediyor.

Fotoğraf: Pixabay

MASKE KONUSUNDA HATA YAPILDI

Maske konusunda tüm dünyada bir karmaşa yaşandı. Önce takmayın, sonra takın dendi… Neden böyle bir karmaşa yaşadık?

Doğu ile batıdaki ülkeler farklı bir yaklaşım sergilediler maske konusunda. Çin, Japonya ve Güney Kore maskeleri hemen kullanmaya başlarken, Dünya Sağlık Örgütü ve Amerika’nın bu konudaki uzman kurumu Hastalık Koromu ve Kontrol Merkezi, ‘Maskeyi sadece hastalar taksın’ dedi. Bu söyleme aslında bu hastalığın bir grip gibi algılanması, yani neredeyse her enfekte olanın bir semptom gösterdiği ve kuluçka süresinin kısa olduğu yanılgısı yol açtı. O noktada bir hata yapıldığı için şu anda artık maske herkese tavsiye ediliyor. Sadece cerrahi maske takmanın da yüzde yüz bir koruma sağlamadığının altını çizmemiz gerek tabii.

60 YAŞ ÜSTÜNE: PANİK HATA YAPMAMIZA NEDEN OLUR

İnanılmaz bir kaygı var risk grubu olarak ifade edilen insanlarda… 60 yaş üstü bireylerde enfekte olan herkes ölecek mi?

Toplumda özellikle risk altındaki gruplarda çok büyük bir panik olduğunu görüyoruz. Şu anda karşımızda, enfekte olduğunuzda mutlaka ölüme neden olacak bir virüs yok. En çok ölümün 90 yaş üstü bireylerde olduğunu görüyoruz ve onların da pek çoğu hastalığı yenmiş durumda. Yani eğer doğru düzgün bir sağlık hizmeti alabilirlerse 60 yaş üstü bireylerin de büyük bir kısmı kurtuluyor. Dolayısıyla büyüklerimizin panik yapmamaları gerekiyor, panik bizim hatalar yapmamıza neden olur, o hatalar sonucunda da daha fazla enfekte olabiliriz. Tüm önlemlerini alıp, bu dönem biraz sıkıcı da olsa evde kalmaya devam etmeleri gerekiyor.

VİRÜSÜN İZOLASYONUYLA BİZ DE EN YOĞUN VİRÜSLERİN NEREDEN GELDİĞİNİ TAHMİN EDEBİLİRİZ

Erciyes Üniversitesi’nden Prof. Dr. Aykut Özdarendeli ile Ankara Üniversitesinden Aykut Özkul’un virüsü izole etmeyi başardıkları duyuruldu geride bıraktığımız haftada, bundan ne anlamalıyız?

Bu çığır açan, salgının gidişatını değiştirecek, ya da aşı-ilaç çalışmalarında bizi herkesten ileriye sıçratacak bir gelişme değil. Ama şu manada önemli; biz de şu anda Turkiye’de insanları enfekte eden virüsün genetik dizilimini çıkartarak ve bu genetik dizilimi diğer ülkelerde dolaşmakta olan aynı virüsün farklı tipleri ile karşılaştırarak, en yoğun virüslerin nereden geldiğini tahmin edebiliriz. İkincisi de gelecekte yapacağımız kimi çalışmalarda Türkiye’deki bu tipin kullanımı önemli olabilir.

Koronavirüs testi yapan bir uzman.
Fotoğraf: Issam Rimawi/AA

AŞI EN İYİ İHTİMALLE 1 YIL SONRA GELİR

Aşı-ilaç çalışmalarında neredeyiz?

Doktorasını İtalya’da aşılar konusunda yapmış birisi olarak aşılar konusunda süren dezenformasyonu üzülerek izliyorum. Bir çalışmanın fare modellerinde, hücre kültüründe çalışması, 10-100 insanda çalışması iyi bir aşı olacağı anlamına gelmez. Kısaca anlatayım: Aşı çalışmalarının belli fazları vardır, hücre kültüründe ve fare modellerinde çalıştığı görüldükten sonra öncelikle küçük bir grup insanda; a) güvenliği-yan etkileri, b) etkinliği denenir (faz 1).

ABD’de CDC’nin başlattığı çalışma bu faz 1 çalışması ve şu anda faz 1’de olan 3-4 çalışma mevcut. Eğer başarılı olursa faz 2-3’e geçiyoruz faz 2 ve ardından faz 3 çalışmalarında aynı çalışma, çok daha fazla insanda kontrollü olarak denenir, aynı şekilde bu çalışmanın enfeksiyon hâlâ ortamdan kalkmamışken yapılması gerekir. Pek çok aşı adayı faz 1-2 döneminde elenir, çok azı faz 3’e ulaşır. Bu sürecin de en iyimser tahminle 1 yıl alacağı öngörülmekte. Aşı çalışmalarında bir başka sorun da üretim kapasitesi. Dünyanın üretim kapasitesi düşük, şirketlere bağımlı. Türkiye örneğin devlet politikaları ile son 20-25 yılda aşı üretimini tamamen durdurup, dışa bağımlı hale geldi. Aşı çalışmalarında bir başka sorun da henüz bağışıklık kazanıp, kazanamayacağımızı daha önce sürü bağışıklığı konusunda değindiğim gibi henüz tam olarak bilmiyor olmamız. Maymunlarda tamamlanan bir çalışma bağışıklık geliştirebileceğimizi gösteriyor ve umut verici, iyileşen insanlarda antikor oluşumu da bu yönde ve umut verici. Dolayısıyla daha laboratuvar aşamasında olan çalışmaları medya aşı geliyor diye haberleştirmemeli, insanlarda boşuna umut yaratılmamalı. Bugün yapmamız gereken çok sıkı bir karantina ile hastalık yayılımını yavaşlatmak, yaygın test ile (Şu anda yetersiz) her vakayı hızla tespit/izole etmek. Hijyen ve sosyal mesafelenme.

SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI UYGULAYANLAR TOPLUMLARINI BİLMEDİKLERİ BİR RİSKE ATIYOR

Sürü bağışıklığı modeli tartışılıyor ve Türkiye’nin de bu modeli adını koymadan uyguladığı konuşuluyor, öyle mi? Bir de toplumun bu yöntemle bağışıklık kazanacağına dair kesin veriler var mı elimizde?

İkinci kısmı ile başlayalım. Yeni tanıştığımız bir virüs ile karşı karşıyayız. Ve bu virüse karşı toplumun toplu halde bir bağışıklık kazanıp kazanamayacağını bilmiyoruz aslında şu noktada. Şu anki tahminimiz bir kere enfekte olan insanın bir daha enfekte olmayacağı yönünde, bize en yakın tür olan maymunlarda yapılan bir deney bunun böyle olacağını gösteriyor. Ama hâlâ bunu net olarak bilmiyoruz. Dolayısıyla sürü bağışıklığı politikasını açık veya gizli şekilde sürdüren ülkeler aslında kendi toplumlarını bilmedikleri bir riske de atmış oluyorlar. Grip örneği belki kafanızda daha canlanmasını sağlar. Gribe yol açan influenza virüsü çok hızlı enfeksiyona uğradığı için her sene grip oluyoruz, bir önceki sene oluşturduğumuz bağışıklık yanıtı yeni mutasyona uğramış bir virüse karşı etkili değil. Koronaviruste de durum böyle olabilir, göreceğiz.

(Evrensel, 12.04.2020)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN