• Get in touch
Post image
Kâğıt icadının arkasında cinayet var!

Fotoğraflar: Brigitte ve Frank Gorille

 

Yücel FEYZİOĞLU

İpek Yolu’nun incisi olan bu eşsiz kentte heyecan verici iki izlenim bizi bekliyor. Birincisi MS. 751 yılında işe başlayan ve hâlâ çalışmaya devam eden kâğıt üretimi ve Konigil köyü kâğıt atölyeleri. İkincisi ise Uluğ Bey’in gözlemevi.İkisi de dünyanın gelişmesine Semerkant’ın büyük katkısıdır

“KÂĞIT üretimi ilk kez MÖ.1930’lu yıllarda papirüsün bulunmasıyla başlamış. Bulan kişi Mısırlı Sinuhe’dir. Firavun 1. Amenemhet’in başdanışmanı, zeki ve girişken bir kişidir Sinuhe. Amenemhet, yeni bir başkentin temelini atarken MÖ. 3 Şubat 1947 günü aniden ölüvermiş. Herkeste bir telaş. Durup dururken nasıl ölür? Sağlığı da yerinde. Başvezir İpi ile hazine veziri Meketre, firavunu Sinuhe’nin öldürdüğünü öne sürmüşler. Sinuhe derdini kimseye anlatamamış. Yakalanıp öldürülecek. O da gece yarısı atına binip Mısır’dan kaçmış. Uzun bir yolculuktan sonra Filistin’e sığınmış. Başından geçen inanılmaz maceralar var.

1. Amenemhet’in oğlu Sesostris, babasının yerine geçince ölüm olayını uzun süre araştırmış. On yıl sonra gerçek katilin Başvezir İpi ile hazine veziri Meketre olduğunu kanıtlayıp onları cezalandırmış. Mısır’a dönmesi için Sinuhe’ye elçi göndermiş.

Bu olaydan çok etkilenen Sinuhe yaşadıklarını kaleme almak istemiş. Ama yazacağı hikâye testilere, tabletlere sığacak gibi değil. Çok yazı yazabileceği bir nesne aramaya girişmiş ve sonunda papirüs kâğıdını üretmiş. Yaşam hikâyesini ilk kez bu papirüs kâğıdına yazmış: “Sinuhe’nin Hikâyesi” Yazdıkları, roman tadında. Sinuhe, şimdi hem papirüsün mucidi, hem de tarihi romanın dedesi sayılıyor.

Tabi bu buluş uygarlık açısından muhteşem bir başlangıç, o tarihten itibaren kitap çoğalıyor. Öyle çoğalıyor ki, M.Ö. 200 yıllarında Mısır Kralı Ptoleme, kitap üretiminde Mısır’ı geçen Bergama’yı kıskanarak papirüs ihracatını yasaklıyor. Bunun üzerine Bergama Kralı 2. Eugemene kâğıt bulma yarışması açıyor ve Bergama kâğıdı (parşömen) Anadolu’da bulunuyor. Fakat 60 sayfalık bir defter için bir yaşında bir dana kesmek gerekiyor. 120 sayfalık 5 kitap için tam 10 dana. Bu da çözüm olmuyor. Yeni bir arayış başlıyor.

O zamanlar Çin Kralının önemli bir buyruğu var: ‘Kâğıt kıtlığına bir çare bulunsun! Eyaletlere genelge gönderemiyoruz, kitap yazılamıyor. Kolay üretilecek kâğıt bulunsun!’ İlgi duyan herkes kolları sıvıyor. Çay Len (Ts’ai Lun) da kollan sıvayanlardan biridir. Alman bilim kadını Sigrid Hunke’nin yazdığına göre Çay Len (Ts’ai Lun) ünlü bir bilim adamı -başka kaynağa göre ise tarım bakamdır- ve rastladığı her malzemeye ‘kâğıt olur mu,’ gözüyle bakıyor. Bir gün bu Çay Len (Ts’ai Lun) Pekin pazarında Türk kervancılara rastlıyor. Bir de bakıyor ki at ve develerin keçeden eyer altlıkları var. Çay Len bu keçeleri elliyor, yokluyor ve soruyor: Bunu nasıl yaptınız? Maddesi nedir?”

 

İLHAM KAYNAĞI KEÇE

Türkler yanıtlıyor: “Yünü kaynatıp tokaçlıyoruz, elyafları birbirine geçiyor. İstediğimiz kalınlıkta serip bir kalıp içinde sıkıştırıyoruz, bekletip kuruyunca açıyoruz, işte bu keçe ortaya çıkıyor.” “Daha incesi, daha beyazı yapılabilir mi?” diye soruyor, olumlu yanıt alınca Çay Len’in gözleri parlıyor. ‘Bundan ben kâğıt yaparım’ diye oracıkta kararını veriyor. Eve döner dönmez ipek artıklarını, yünleri, bitki liflerini ufak parçalara ayırıyor, kaynatıyor, suyunu süzüp tokaçlıyor, tahta kalıba döküp bastırıyor, kurutuyor, işte kâğıt.

Evet, bugünkü kâğıda benzeyen ilk kâğıt bu. Çin 650 yıl boyunca kâğıt üretip dünyaya satmış, yapılışını bir sır gibi saklamış. 750 yılında Semerkantlılar kâğıdın nasıl yapıldığını fark ederek 751 yılında Semerkant’ta üretime geçmişler. İşte hâlâ çalışan o kâğıt değirmeninin başındayız. 752 yılında Halife el Mansur Semerkant’a elçi olarak bilim adamı el Fezari ile arkadaşı Yakup bin Tarık’ı gönderiyor: “Kâğıt üretimini bize de öğretirler mi?” Ülkenin başında Bayan Çur Kağan var. Mansur’un ricasına olumlu cevap veriyor, kâğıt üretimi Bağdat’ta başlıyor, oradan Sicilya’ya geçiyor ve sonra İspanya’ya. Almanya’da ise kâğıt işliği taa 1389 yılında Ulman Stromer adında bir tüccar tarafından Nürnberg’te kuruluyor… Semerkant’taki kuruluştan tam 745 yıl sonra. Böylece Türkler kâğıdın yayılmasına önayak oluyorlar. Yani Marco Polo’nun Çin’den kâğıdı getirip dünyaya yaydığı bilgisi doğru değil. Çünkü “1015 yılında Kartaca doğumlu bir Arap tüccar İtalya’ya geçip de orada kara cahilliğin hüküm sürdüğünü görünce şaşırıp İslam dünyasındaki gelişmeyi anlatıyor, insanlar ilgi gösterince geri dönüyor. Tıptan matematiğe kadar çok önemli 25 bilim kitabıyla Salerno’ya geliyor. Monte Cassino manastırındaki papazlar bu kitapları bu tüccara çevirtip Constantinus Afrikanus (Afrikalı Konstantin) adıyla yayınlıyorlar” (Prof. Fuat Sezgin).

Marco Polo o zaman daha dünyada bile yok. O ancak iki yüz elli yıl soma dünyaya gelecek ve 1271 yılında babası ile doğu yolculuğuna çıkacaktı. Çıktığı bile şüphelidir. Şimdi Semerkant’ta bu süreci düşündükçe hüzünleniyorum. Kaç kişi bu hikâyeyi biliyor?

 

 

“Dünya ne kadar dönerse dönsün / Ne senin gibi âlim bir hükümdar ne de benim gibi bir Türk şairi gelecektir…”

İkinci durağımız, Uluğ Bey’in gözlemevi. 1428 yılında inşasına başladığı ve 30 yıl işlev gören en hassas astronomik hesaplamaların yapılabildiği taşa oyulmuş 36 metrelik bir sekstantı olan gözlemevini ziyaret ediyoruz. (Sekstant: Yerküre üzerinde bulunduğumuz yerin enlemini ve boylamını belirlemek amacıyla, bir gök cismiyle ufuk düzlemi arasındaki açısal mesafeyi ölçmekte kullanılan optik seyir cihazıdır.)

Uluğ Bey bu sekstantı dünyanın eksen eğikliğini ve bir yıldız yılının uzunluğunu belirlemek için kullanmış! Yıldızların yerlerini ve hareketlerini gözlemlemiş. Bundan 600 yıl önce bu gözlemevinin yapıldığını düşünürsek, insanda hayranlık uyandırmaktadır. Gözlemevine çıkmadan devasa bir gökyüzü tablosunun önünde Uluğ Bey’in heykeli sizi karşılıyor. Bir tepenin üstündedir Gözlemevi. İnsanlar tepeyi saygıyla doldurmuş, bu büyük esere merak ve hayranlıkla bakıyorlar.

Niyazov anlatıyor: “Uluğ Bey, 22 Mart 1394 Azerbaycan’ın Sultaniye şehrinde doğdu. Babası Timur’un küçük oğlu Şahruh, annesi Gevher Şad hanımdır. 1394-1405 yılları arasmda sarayda geleneksel dinî ilimler, ardından mantık, matematik ve astronomi tahsili gördü. 1404’te Timur tarafından Muhammed Sultan’ın kızı Öge Begüm ile evlendirildi.”

Uluğ Bey daha on yaşında. İnanılır gibi değil. Niyazov devam ediyor:

“Babası Şahruh, Uluğ Bey’e Henüz on altı yaşında iken 1409 yılında Semerkant merkezli Mâverâünnehir bölgesinin yönetimini verdi. Genç yaşta devlet yönetimini öğrenen Uluğ Bey, kuzeybatıda Ceyhun ırmağından Soğan Ak’a ve kuzeydoğuda Asparay kentine kadar otuz sekiz yıl bu geniş coğrafyanın emiri olarak görev yaptı. Ancak vaktinin çoğunu bilimsel çalışmaya adadığı için devlet işlerini babasının yardımıyla yürütüyor, hutbelerde ve sikkelerde Şahruhün adım kullanıyordu. Uluğ Bey döneminde Semerkant nakli ve aklî ilimlerin, sanat ve edebiyatın en parlak günlerini yaşadığı bir merkez haline geldi.”

ULUĞ BEY ÇOK YÖNLÜ BİR YÖNETİCİ

“Matematikçi, astronom, yazar, şair ve Kur’ân-ı Kerîm’i de hatmetmiş bir şahsiyetti. Döneminin her alanda başarılı sanat ve edebiyat, din ve bilim insanlarını davet ederek onları hürmetle karşılamış, onlara bol ihsanda bulunmuş, kendisi de onların bilgisinden yararlanmıştır. Bursalı Kadızâde-i Rûmî, Cemşîd el-Kâşî ve Ali Kuşçu bunların en ünlülerindendir. Uluğ Bey’in saray şairleri arasında İsmet-i Buhârî ile Çağatay şiirinin ilk önemli şairi Sekkâkî’nin özel bir yeri vardı. Sekkâkî, Uluğ Bey için yazdığı kasidede, “Dünya ne kadar dönerse dönsün / Ne senin gibi âlim bir hükümdar ne de benim gibi bir Türk şairi gelecektir” diyerek hem onu hem kendini övmüştür.

Matematik ve astronomi alanındaki üstün başarılarının yanında Uluğ Bey’in mimaride bıraktığı eşsiz eserlerin bir kısmı zamanımıza ulaşmıştır. 1417-1420 yılları arasında biri Buhara’da, diğeri Semerkant’ta iki medrese yaptırmış ve geniş vakıflarla bunları desteklemiştir. O medreseler hâlâ parasız eğitim vermeğe devam ediyor. Öğrencilerin konutunu ve yemeğini karşılıyor. Birinin yemekhanesine girdim. Yemeye davet ettiler. Çağının en ünlü bilim adamlarının bu medreselerde geometri, aritmetik, musiki ve astronomi olmak üzere 400 yıl boyunca ders verdikleri, Uluğ Bey’in de bu derslere katıldığı ve zaman zaman ders verdiği bilinmektedir.

Mimari alanında da Uluğ Bey, dedesi Timur’un da ihtimam gösterdiği ve sahabe kabrinin bulunduğu Şah Zinde Mezarlığındaki yapıları onartmış, Gûr-ı Emir’e bir taçkapı yaptırmış ve yeni galeriler ilâve ettirmiştir. Ayrıca Semerkant’ın Registan meydanında bugüne ulaşmayan sufî dervişlerin sohbet ve zikir için toplandıkları, bir süre ikamet ettikleri mekânlar, bir hamam ve geniş bahçeler içinde iki saray inşa ettirmiştir.

Üstün bir zekâya sahip olan Uluğ Bey henüz küçük yaşta Marâga Rasathanesi’ni görmüş ve zamanın en büyük rasathanesini Semerkant’ta kurmuştur. Uluğ Bey’in ölümüne kadar otuz yıl çalışmasını sürdüren rasathane ve burada oluşturulan astronomi tabloları, teleskopun icadına kadar ilim dünyasında etkili olmuştur.

Uluğ Bey, kullandığı Zeyc-i İlhânî’de gördüğü bazı ölçüm hatalarını gidermek için hem İslâm dünyasında hem Avrupa’da alanında kaynak eser kabul edilen Zeyc-i Uluğ Bey’i düzenlemiş ve bitirmiştir.

Zeyç: Yıldızların yerlerini ve hareketlerini gösteren cetveldir. Ayrıca onun geometri alanında ve özellikle üçgenler konusunda araştırmalar yaparak tanjant ve sinüs cetvelleri oluşturduğu bilinmektedir.”

Bu kadar bilgi yüklendikten sonra akşam yemeğini Uluğ Bey kervansarayında (Semerkant Ulusal Evi) Özbek folklorunu hayranlıkla izleyerek yiyoruz. Sonra Registan meydanına çıkıyoruz: Manzara muhteşem.

(TÜRKİYE’DE YENİ ÇAĞ, 03.04.2025)

 

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN