Post image
Kaderimiz Değildir, Ama Sansür Siyahtır

 

Fikret İLKİZ 

Asla boyun eğilmez! Ne yaşadığımız coğrafya kaderimizdir, ne de sansür.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, terör örgütü PKK lideri Abdullah Öcalan ile ilgili yaptığı canlı yayın sırasındaki açıklamaları nedeniyle TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ hakkında soruşturma başlattı. Canlı yayın sonrası televizyon ofisinden “suçu ve suçluyu övme” ile “terör örgütü propagandası yapmak” iddiasıyla 26.06.2023 tarihinde gözaltına alındı ve bir gün sonra tutuklandı.

Anayasaya göre “basın hürdür sansür edilemez” cümlesi, laftan ibarettir.

İşi baskı ve korku ortamı yaratmak olan siyasal iktidarlar gazetecileri, haberleri ve makaleleri cezalandırmayı seçerler. Gazeteciler hapse atılır, gözaltına alınırlar ve tutuklanırlar. Böyle bir “caydırıcı etki” yaratılarak “oto-sansür” sindirilen bir sistem olarak siyasal iktidarların yöntemidir.

Sansürün rengi siyahtır.

Basın hür değildir, sansür hürdür, kanunla serbesttir.

Herkes gibi, tekrarları ve bilinenleri tekrarlayalım.

İfade özgürlüğü temel hakların omurgasıdır.  Düşünce açıklama özgürlüğü “halkın bilgilenme ve gerçekleri öğrenme hakkını” sağlayan vazgeçilmez değerdir. Sadece söz söyleyenlerin, yazı yazanların, haber yayımlayanların ifade özgürlüğü hakkı yoktur. Söylenen sözü dinlemek, yazılan yazıya ve habere ulaşmak, haberi elde etmek, okumak, radyo ve televizyonu izlemek, dinlemek, tartışmak, yorumlamak eleştiride bulunmak, görüş ve düşüncelerimizi tek başına veya topluca yaymak ifade özgürlüğüdür, herkesin hakkıdır.

Dinleyiciye, izleyiciye, okuyucuya haberin, yazının, görüşlerin ve düşüncelerin ulaşması önünde engel varsa, sınırlandırma uygulanırsa demokrasi yoktur. Ülkenin rejimi despotiktir.

Haberin, görüşlerin, bilgilerin kamuoyuna, halka ulaşmasını engellemeyen, demokratik toplum düzen gereklerine uygun olarak sınırlandırmaları en aza indiren rejim demokrasidir. Ancak böyle bir devlet hukuk devletidir.

Sonuç basittir; özgür haber dolaşımının sınırlandırmak amacıyla yasal düzenlemeler yapılırsa, bu amaca hizmet eden bir toplumsal düzen varsa, eğer uygulama böyleyse “demokratik siyasal yapı” yok demektir.

Türkiye’de “demokratik siyasal yapı” yoktur.

İşte tam bu noktada ve ortamda dahi toplumsal olayları, olup bitenleri, görüşleri, tartışmaları haber yaptıkları için, eleştirdikleri, yorumladıkları ve tartışmalar açtıkları için gazetecilik görevini yerine getirmiş olan gazeteciler “sorumlu” sayılamaz. Haber yapmazlarsa, kamuoyunda tartışma açmazlarsa görevlerini yapmadıkları için sorumludurlar.

Günümüzde “güvenceli iletişim ve düşünce açıklama ve yayma düzeni” oluşturabilmenin arayışı sürmektedir. Bu arayışta gazeteciler bilgi dolaşımını, gerçekleri, haberleri ve dünyada olup bitenleri halka ulaştırdıkları, olup bitenlerden halkı haberdar ettikleri ve “haber verme hakkını” kullandıkları için değil; “haber vermek görevini” yaptıklarından dolayı hukuka uygun davranmış olurlar. Gazeteciler kendilerine görev yükleyen böyle bir mesleğin mensuplarıdır. Aksine davranış; haber yapmamak, gerçekleri eğip bükmek meslek ilkelerine ve gazetecilerin doğru davranış ilkelerine aykırılıktır.

Yapılan haberleri, yazıları yasaklamak, dile düşmüş suç soruşturmaları hakkındaki haberleri suç saymak ve suçlamak doğrudan doğruya halkın haber alma, bilgi edinme ve gerçekleri öğrenme hakkının ihlalidir.  Halkın gerçekleri öğrenme ve bilgilenme hakkına getirilen her engel, her gazeteci tutuklaması bu hakkın engellemesi demektir ve ifade özgürlüğünün ihlalidir.

Demokratik siyasal yapının olmadığı bir ülkede, halkın gerçekleri öğrenme, bilgilenme hakkını sağlayacak olan bütün sınırlandırma ve engellemelere rağmen gazeteciler görevini sürdürebilirler; ama tehlike altındadırlar.

Tüm zamanların değişmeyen gerçeği, Türkiye’de gazetecilik sürekli tehlike altındadır.

Basın özgürlüğü sadece gazetecileri koruma altına almaz. Basın özgürlüğünü sağlamakla yükümlü olan devletler ve hiçbir kamu kurumu; insanları ve toplumu kör, sağır, dilsiz ve cahil bırakamaz, böyle bir hakkı yoktur.

Sadece gazeteciler mi? Hepimiz tehlikedeyiz. Düşüncenin cezalandırılacağı ceza hukuku sistemine sürükleniyoruz…

Herkesin görüş edinme ve görüşlerini açıklama hakkı tehlikededir.

Sansür hayata hâkim olacaktır. Düşüncenin dahi cezalandırılacağı “düşünce ceza hukuku sistemi” yaratılacak, bu topraklarda yıllardır siyasal iktidarın uygulamak istediği “kanuna uygun sansürün” rengi hayata hâkim olacaktır.  Amaç budur. Siyasal iktidarın izin verdiği ifade özgürlüğü esastır; temel insan hakları, ifade ve basın özgürlüğü istisnadır.

Bağımsız ve tarafsız olmadığına inanılan yargıdan bir talepte bulunmak nafiledir.

Gazeteci Merdan Yanardağ hakkında düzenlenecek iddianameye çok şaşıracaksınız. İddianamenin kendisi değil, iddianameye hâkim olan mantık ve basın özgürlüğünün yorumu şaşırtacak! Nasıl yani, diyeceksiniz ve göreceksiniz!

Hak ve özgürlüklerin tartışma yeri artık ceza davaları ve mahkeme salonlarıdır. Yargıdan gerçekleri bulup gün yüzüne çıkarması beklenirken artık nasıl düşüneceğinizi bile tayin ve takdir edecektir.

Ceza hukukunu değiştirecekler. Suçun faili somut bir hukuksal değeri ihlal ettiği için değil, failin kendisi tehlikeli olduğu için ve sadece gazeteci olduğu için ve söz söylediği, yazdığı için cezalandırılacaktır.

Tutuklama, gazetecilik yapmayı engellemenin bir yoludur ve gerçeklere baskının yöntemidir.

Gazetecilik yapmasını engellemek için tutuklanan ve “haksızlıklara hiçbir zaman boyun eğmeyeceğim!” diyen Merdan Yanardağ hedef seçildiğini ve tutuklanmasını eleştiren açıklamasında (30.06.2023 Birgün) şöyle diyor:

“Anti demokratik, adil olmayan bir seçimle, çok küçük bir farkla seçimi kazanan, son derece zayıf dengeye dayanan bir iktidar var. Bu nedenle korku yaymaya ihtiyaçları var. Yurttaşların susması, ses çıkarmaması için örnek oluşturmaya çalışıyorlar. 

Anlaşılan, bağımsız Tele 1’in toplum üzerindeki etkisi, Merdan Yanardağ’ın gazetecilik tavrı iktidarı rahatsız etti. Bu nedenle beni hedef seçtiler. Yapılan, seçim döneminde kullanılan montaj video siyasetinin devamıdır. Tutuklanma sürecimin hukuki bir süreç olmadığını, siyasi bir süreç olduğunu düşünüyorum. Bunu da kısa sürede göreceğiz. 

Bu anlayışa asla boyun eğmeyeceğim”

Yıllar önce “boyun eğmeme” öğretisinin ne olduğunu 1332 yılında Tunus’ta doğan İbni Haldun yazmıştı. 8 Ciltlik El- İber’in adlı sosyolojik eserinin giriş kısmında Mukaddime yer alır. Tarih bilimini teolojiden, söylenti ve safsatalardan temizleyen ilk gerçek tarih bilimcisidir. Ona göre; daha güzel bir dünya istiyorsak, değişim insanın önce kendisinden başlar.

İbni Haldun yarım asır önce boyun eğmeme deyince ne anlıyordu?

“Zorbalar kendilerine boyun eğen insanların korkusundan güç alır. Boyun eğenlerden güç alan zorbalar her türlü kötülüğü yapmanın kendilerinin hakları olduğunu düşünür. Tarih boyunca insanlığın açık çekmesinde boyun eğenlerin maalesef büyük payı vardır. Çünkü boyun eğmek demek, yapılan her türlü kötülüğü kabullenmek demektir. “Boyun eğmek” sadece kişinin kendi şahsına yapılana karşı koyamaması demek değildir. Başka insanlara, hayvanlara, doğaya, herhangi birinin malına verilen zarara karşı çıkamamak da boyun eğmek demektir. (…)”

İbni Haldun Mukaddime’de; “İnsan ilk ağızdan kendisine söylenen yalanlara inanırsa gerçek ve doğruyu ayırt edemez. Yalanı söyleyenlerin amacı insanları gerçeklerden saptırmak, asıl görülmesi gerekenleri göstermemeye çalışmaktır. Toplumun birçoğu da gerçek ortada olduğu halde onu göremez” diyor.

Yalanlara inanmak korkuları besler. Toplumun korkularından beslenen siyasi iradelerdir ve itaat eden toplum boyun eğenleri sever. Ses çıkaran insanlar neden sevilmez? Neden düşman ilan edilirler?

Bunun yanıtını veren İbni Haldun’a göre; “Toplumları inceleyen İbni Haldun, toplumları yöneten toplumları yöneten siyasi iradelerin toplumların korkularından beslendiğini söyler. Korkan toplum, itaat eden toplum, karşı koyamayan toplum kendisine karşı yapılanı elbette kabullenecektir. Bir süre sonra bu kabullenme normale dönerek, o toplum için olağan bir şey olarak sayılacaktır. Bu sefer, bütün olumsuzluklara karşı koyan ve ses çıkaran insanlar toplum tarafından dışlanarak düşman kabul edilecektir. Çünkü itaat eden toplum onu kendisi için bir tehdit olarak görecektir. Oysaki o insanların toplum için bir tehdit değil, siyasi mekanizmayı ellerinde bulunduran güç sarhoşlarının güçlerini tehdit ettiğinin farkına varamayacaktır. Siyasi iradenin güç zehirlenmesinden daha kötü bir şey varsa o da toplumların yalanlardan zehirlenmesidir”[i]

Söz söylemek özgürlüktür, yorum ve eleştiri haktır…

Basın halkın gözü, kulağıdır. Düzeni ifade özgürlüğünden yana çevirmek ve esas kabul etmek basın özgürlüğünün en değerli mücadelesidir.

Gelelim bir başka örneğe; Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu’nun başvurucu Abdullah Öcalan hakkındaki kararına…

Basın özgürlüğünü sağlamakla yükümlü olan Devlet; yayın yasağına çok istisnai ve ancak mutlak surette gerekli ve zorunlu ise ancak o zaman yayın yasaklarına başvurulabilir. Yayın yasaklama kararları nitelik olarak ifade özgürlüğünün ihlalidir.  Demokratik hukuk devletinde yayın yasaklamak yasaktır.

25.06.2014 tarih ve 2013/409 Başvuru numaralı kararla Anayasa Mahkemesi başvurucu Abdullah ÖCALAN’IN basılmakta olan kitabı hakkında mahkemece el koyma kararı verilmesini Anayasa’nın 26. ve 28. maddelerinde güvence altına alınan düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ve basın özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermiştir.

Anayasa Mahkemesi Genel Kurul’u basılmamış olmasına rağmen el konulan ve imha edilen Abdullah Öcalan’ın kitabı hakkındaki bu çok önemli karar; basın özgürlüğü ve medya yoluyla politik tartışmanın önemine işaret eden bir karardır. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Abdullah Öcalan’ın “Kürdistan Devrim Manifestosu, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü (Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunma)” isimli kitabın Ağustos 2012 tarihli baskısının tamamında, PKK terör örgütünün propagandasının yapıldığı gerekçesiyle kitabın toplatılması ve el konulması talebinde bulunmuştur. Anılan tarihte Terörle Mücadele Kanunun 10. Madde ile Görevli İstanbul 2 No.lu Hâkimliği, 21.09.2012 tarih ve 2012/156 sayılı kararıyla talebi kabul etmiştir. Karara itiraz reddedilmiştir.

Mahkeme; söz konusu kitabın yazarının silahlı terör örgütü kurma ve yönetme suçundan hükümlü Abdullah Öcalan olması, kitabın kapağında Irak, İran ve Türkiye topraklarında bir bölgenin ayrılarak kapak içinin yazılarla belirginleştirilmesi ve kitabın birçok yerinde silahlı terör örgütü PKK’nın propagandasının yapılmış olması gerekçeleriyle 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 25. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca kitabın toplatılmasına karar vermiştir.

Basın özgürlüğünün ihlal edildiği gerekçesiyle yapılan bireysel başvuruda Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu (25.06.2014 tarih ve 2013/409 Başvuru) Abdullah Öcalan’ın basılmakta olan kitabı hakkında mahkemece el koyma kararı verilmesi nedeniyle Anayasa’nın 26. ve 28. maddelerinde güvence altına alınan düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ve bu kapsamda basın özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermiştir.

AYM’ye göre; “Herhangi bir kimsenin yalnızca kişiliğine bağlı olarak düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüne müdahale edilmesi haklı kılınamayacağı gibi yasaklanmış bir örgütün bir mensubunun veya yöneticisinin görüş ve düşüncelerini açıklaması da tek başına düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüne müdahale edilmesini haklı kılmaz. Zira böylesi bir değerlendirme, bazı kişi ve grupların Anayasa’nın 26. maddesinde teminat altına alınan haklardan yararlanmasına engel olacağından anayasal hakların kullanılması bakımından kabul edilemez”.

AYM, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve özellikle “görüş edinme/görüş sahibi olma” gibi konularda ulusalüstü sözleşmeleri yorumlaması ve kararlarındaki gerekçelerde doğrudan doğruya ister AİHS ister AİHM kararlarının kullanmasını da bir o kadar önemli görmüştür. Anayasa Mahkemesi bu kararında “sınırlanabilir” birer hak olan düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ile basın özgürlüğüne yönelik sınırlamaların da bir sınırının olması gerektiği görüşündedir.

Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında Anayasa’nın 13. maddesindeki ölçütlerin göz önüne alınmasını zorunluluk olarak görmektedir. İfade özgürlüğünü yapılan müdahalelerin haklı bir sebebe dayanması ve müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı ve ölçülülük ilkesi hakkındaki ölçütlerin uygulanması gerektiğine değinen Anayasa Mahkemesinin anılan Öcalan kararı basın özgürlüğü hakkında doğru tespitlere sahiptir. Anayasa Mahkemesi özellikle ifade özgürlüğünün asıl ve sınırlandırmanın istisna olduğunu kabul etmektedir. AİHS’nin 10. maddesi de yalnızca düşünce ve kanaatlerin içeriğini değil iletilme biçimlerini de koruma altına almaktadır. Basın özgürlüğü korunur ve yayınlama özgürlüğü herkesin hakkıdır.

İsterseniz özellikle 23.10.2019 kabul tarihli 7188 sayılı Kanunun 13. Maddesi ile değişik 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunun 7 inci maddesinin ikinci fıkrasına üçüncü cümlesinden sonra gelmek üzere maddeye eklenen “Haber verme sınırlarını aşmayan veya eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” düzenlemesini dikkate alarak değerlendirin.

Yargı reformu demişlerdi, çok övündüler. İlk kanun olmasıyla övündükleri bu düzenlemenin ifade özgürlüğüne ait olduğunu anlatmışlardı. Düşünün, yıl 2019 ve gerçek değildi…

“Coğrafya kaderdir” diyebilirsiniz? Ama demeyin, sansürün karasıyla mücadele edin!

Yalanlarla doldurulan toplumlar çürür…

Bir gazetecinin cezalandırılmak istenmesi ve çürümek kaderimiz değildir.

Dediği gibi “asla boyun eğilmez”!

03.07.2023

[i] Mesud Topal. İbni Haldun. Destek Yayınları 23. Baskı Şubat 2022 Sayfa 94.

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN