Fikret İLKİZ
Yargı bağımsızlığının neden vazgeçilmez olduğunu keşke ceza davaları üzerinden veya siyasal iktidar kavgalarına çare bulamayan çatışmalar üzerinden tartışmasaydık.
Sayın yargı mensupları, bütün adliyelerde görev yapan ve türlü çeşitli vesilelerle adınız “tabandaki hâkimler”, “kürsüdeki yargıçlar” olarak anılan emekçi yargıçlar, isimlerinin başına “sayın” yazılmadan ve söylenmeden anılmaları ayıp sayılan yüksek yargı organlarının “mümtaz” üyeleri, gelmiş geçmiş Sayın HSYK üyeleri, resmi yargı kurullarının eski ve yeni üyeleri, kurulu veya kurulması düşünülen yargı organlarının mevcut ve gelecekteki resmi üyeleri; yargı bağımsızlığına karşı, yargıçların bağımsızlık ve tarafsızlığına karşı yapılan saldırılara karşı keşke sokağa çıksaydınız… Hala vakit var, hala vaktiniz var.
Keşke cüppelerinizle sessizce yürüseydiniz. Hala yürüyebilirsiniz… Yol güzergâhlarınızı tespit etmekte güçlük çekerseniz eğer; keşke cüppelerinizi giyip sessizce ayakta dursaydınız.
Durabilirsiniz ve hala vakit var, eğer ayakta durmak istiyorsanız… Protestolarınızı gelmiş geçmiş ve gelecekteki ve hâlihazırda yasama ve yürütme organına karşı büyük bir gövde gösterisi ile ve sessizce gösterseniz ne kadar iyi olur. Yargının gücü vardır.
Slogan atmanıza hiç gerek yok veya pankart taşımanız da gerekmez. Sessiz yürüyüş çok daha etkilidir ve evlerinin pencerelerinden sarkan halkın alkışlarına güvenebilirsiniz, sizlere güç verecektir. Biz avukatlar halkın gücünü biliriz ve tanığıyız.
Çevik Kuvvetin veya robocopların sizlere müdahale etmesinden çekinmeyin. Biz avukatlar sizleri koruruz. Güvenliğinizi biz sağlarız. Muhtemelen toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkındaki kanuna karşı geldiğiniz iddiasıyla önünüz kesilecek ve “dağılın” diye ikaz edileceksiniz. Hakkınızı kullanıyorsunuz, sivil itaatsizlik herkese lazımdır.
Çekinmeyin lütfen, kanunları ve biber gazına karşı alınacak önlemleri avukatlar olarak biliyoruz. Fevkalade iyi öğrendik, hem Türkiye’nin sokaklarında, hem Taksim Gezi’de. Hem de mahkeme salonlarında. Çünkü sizlerin “meslektaşları” bizleri duruşma salonlarından, mahkemelerden “atın şu avukatları dışarı” diye emir verip bağırarak güvenlik güçlerini üzerimize salmalarından dolayı çok deneyim sahibiyiz.
Biz avukatları bilirsiniz; biz sokaklarda, adliyelerinizde, sizin saray dediğiniz mekânlarınızda ve davalarda direnişi ve başkaldırıyı iyi biliriz, uygularız. O yüzden herhangi bir çekinceniz olmasın, biz avukatlar yargıçları da çok iyi koruruz, yargı bağımsızlığından da ödün vermeyiz, savunuruz. Birkaç kuruşa muhtaç edilen ezilenlerin ve işçi sınıfının aş ve ekmek mücadelesinin ön önemli meselelerinden birisinin yargı bağımsızlığı ve adil yargılanma hakkı olduğunu biliriz. Bu mücadeleyi de gözümüz kırpmadan yaparız.
Düşünün ve karar verin. Sokaklar güzeldir, eylemler sözün bittiği yerde başlar.
Şimdi soruyu sorma vakti… Neden mücadele yöntemini değiştirmek gerekli?
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu hakkında yapılmak istenilen değişikliklerin “hukuk devleti” ile bir ilişkisi var mıdır? Yoksa açıkça otorite ve baskının yasallaştırılması mıdır?
Siyasal iktidar “panik” içinde ve bu yüzden yeniden “panik mevzuatına” başvuruyor. İnatla HSYK’yı adalete bakan adamlara bağlamanın hukuk devleti için şart olduğu fikrindeler. Bu arada, yani tam yolsuzluklar ve rüşvet operasyonlarının yapıldığı bir ortamda bu “tartışmayı” çok seviyorlar. Bu tartışmayla unutturmak istedikleri hatırladıklarımızdan daha çok çünkü.
Yargı, yürütme ve yasama güçleri arasında yaşanan inanılması güç gerilimler devletin “meşruiyetini” yok etmeye devam etmektedir.
Devletin demokratik meşruiyetinin kaynaklarından birisi de siyasal iktidarın yarattığı “yargılamanın” içindeki “muhakemedir”. Devletin yargıladığı kişiler, aslında yargılandıkları sırada devletin demokratik meşruiyetinin ve devletin var olup olmadığını da yargılarlar.
İşte tam bu günlerde tanık olduğumuz budur. Sorgulanan devletin meşruiyetidir. Bu meşruiyetle birlikte dile düşmüş ünlü ceza davaları şimdi kendisini yargılayanları yargılıyor…
Kanun kanundur ve mutlaka uyulması gerekir diye kabul edilmesi halinde bu pozitivist anlayış, keyfi iktidarların elinde müthiş bir baskı gücüne dönüşür. Oysa herkes, içeriği adil yasaların var olduğu adaletli bir toplumda yaşamaya hak sahibidir.
Yasalar her durumda bağlayıcı hukuk normları değildir. II. Dünya savaşının diktatörleri “siyasal güç” olarak, ceza hukukunu ilgilendiren “hukuka aykırılık” alanını kendi dünya görüşlerine göre belirlemişler ve yasaları buna göre yapmışlardır. Onlar için adalete aykırı sonuçlar üretse bile, yasa her zaman yasadır. Çıkardıkları yasalar kendi kurdukları otoriter rejimin devamını sağlamaya yarar. Böylece baskı yöntemlerinin “yasal” olması ile herkes tarafından “uyulması gereken kurallar” olarak kabul edilmesi sağlanmış olur ve baskı aracı olarak kullanılır.
Örneğin 1930 İtalyan Ceza Yasasında da Führer’in kendince koyduğu hukuk düzeninde “yasallık” vardı. Geçmişte siyasal gücün “siyasal” tercihlerine, niteliğine, amacına, ideolojik temeline ve koyduğu anayasal sisteme uygun olarak yasalar yapılmıştır. İtalya’da faşizmin, Almanya’da nazizmin egemen olmasını sağlayan oluşturdukları yasal düzenlemelerdir.
Böylece kural tanımayan iktidarlar elinde yasalar, haksızlık aracı olur ve keyfilik yaratır. Ama bu yasalar hukuki olan bağlayıcı hukuk normlarına dönüşebilir. Böylece insanların ve toplumun gelişimi durur. Fosilleşmiş iktidarlar özgürlükleri seçim sandıklarına tıkarlar. Demokrasi, oy sayısına bağlanır. Oyların çoğunluğunu alan siyasi parti olarak fevkalade başarılı bir faşist sistem kurabilirsiniz. Çünkü artık siyasal iktidar iradesine bağımlı olan yasa koyucu tarafından çıkarılmış yasalarla toplumu yönetmeye başlamışsınız demektir.
Yasalar, temel insan hak ve özgürlüklerine göre biçimlendirilir. Yargı bağımsızlığını korumak için çıkarılır. Bu dahi yeterli değildir. Devlet; adalet ve yargıyı biçimsel değil, fiilen korumakla görevlidir.
Eğer yasaların çıkarılması ve yönetimi, yasa koyucuların yönetimine dönüşürse…
Yürütme gücünü yasa koyucularla bütünleştirerek yönetimini yasa koyucuların gücüne dönüştürürse o zaman karşımıza yasalarla baskı altında tutulan bir toplum çıkar. Bu günlerde yaşadıklarımız ve yaşamımızı sarmalayan yasalarla yaratılmak istenen hukuki yapı ve bozuk düzen budur. Endişe yaratan toplumsal sorunumuz da tam tamına budur.
Kişi temel hak ve özgürlüklerinin temel güvencesi olan devlet demokratik hukuk devletidir. Bu devletin bütün eylem ve işlemleri hukuk kurallarına bağlıdır. Demokratik hukuk devletinde, devletin sahip olduğu gücün hukuki sınırları, insan temel hak ve özgürlükleriyle sınırlıdır. Devletin gücü, zor kullanıcı iktidar “hukuk devleti ilkeleriyle” sınırlandırılır. Hukuk devletinde, yasama, yürütme ve yargı organları birbirinden bağımsızdır.
Kişi haklarının korunduğu hukuk devletinde, devletin bütün işlemleri yargı denetimine tabidir. Yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin en temel unsurudur. Yasama ve yürütmenin işlemlerini yargı denetler. Yargının bağımsız olması bu nedenle zorunludur. Bir başka deyişle, yargıya hiçbir organ veya makamın talimat vermemesi, telkin ve tavsiyede bulunamaması hukuk devleti olmanın bir sonucudur.
Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkeleri’nin birinci ilkesi şudur: “Yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin ön koşulu ve âdil yargılanmanın temel garantisidir.” Bu ilkeden vazgeçmeye yönelik her adım, her yasa, devletin meşruiyetini yok eder.
Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde faşizmin kilometre taşlarını döşeyerek devlete meşruiyet kazandıramaz ve otorite kuramazsınız.
Yasaları yapanları yöneterek çıkarılan yasalarla demokratik hukuk devleti hiç olamazsınız.
13.01.2014
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN