Post image
Halı altına süpürülmüş bir film ‘White Dog’

b-film

ALKAN AVCIOĞLU

Samuel Fuller’in 1982 tarihli filmi ‘White Dog’ ırkçılık üzerine zamanının çok ötesinde bir alegori. Çekildikten sonra kayıplara karışan ve ancak DVD sayesinde gün ışığına çıkan film, sinemaseverlerin peşine düşmesi gereken bir yapım

ABD’deki ırkçılığın çirkin tarihi zaman zaman kendini gösteriyor. 18 yaşındaki Michael Brown’ın bir polis tarafından vurulması dünyanın gündemine oturdu ve hemen arkasından kentte büyük protestolar başladı. Akabinde de bu olaylar devam etti.

Protestoya katılanlardan birisinin elinde “Hâlâ bu boku protesto etmek durumunda olduğuma inanamıyorum” yazan son derece doğru ve çarpıcı bir pankart vardı. İçinde bulunduğumuz çağda hâlâ ırkçılığın çirkin yüzüyle bir kez daha karşılaşıyor olmak ve köklerinin ne kadar derinde olduğunu görmek bir hayli üzücü. Kötülüğün sıradanlığının toplumun en küçük yapıtaşına kadar nasıl da sindiğini düşünmemek elde değil.

Ferguson olaylarının dünya gündemine oturduğu günlerde sinema düşkünü birkaç dostla ırkçılık karşıtı filmleri konuşuyorduk. Sinema ekseninde bu meseleye dair ilk dikkat çeken şey özellikle de Hollywood ürünü ırkçılık karşıtı filmlerin, meseleyi yüzeyden ele alarak nasıl da ucuz kahramanlık hikâyelerine dönüştüğüydü. Irkçılık karşıtı bir filmin izleyici üzerinde nasıl etkili olabileceğini düşündüğümüzdeyse ortaya çıkan cevap Hollywood filmlerinin izlediği yolun tam tersiydi. Filmin her tarafına onlarca sosyal mesaj sıkıştırarak, tarihte bunlar oldu -ama bitti- retoriğiyle hikâyesini kurgulayan ve de finalinde izleyicisine bir arınma duygusu yaşatan Hollywood anlatılarının beyaz bilinci sarsacak bir sonuç elde etmesi çok zor. Dahası ‘Amistad’, ‘12 Yıllık Esaret’ gibi filmler ise izleyicisini siyahi karakterleriyle özdeşleştirse de perdede yaşanan kötülüklerle, kötülüğün kaynağıyla izleyici arasına bir mesafe çektiği için gerçekten ne kadar etkili olabildiği bir soru işareti. Bu filmleri izleyen “beyaz bilinç” muhtemelen kötülüğün kaynağını kendinde ya da kültürel sarmalı oluşturan aygıtlarda aramak yerine, faturayı perdedeki “kötü karakter”lere kesiyor. Böylelikle kötülüğün sadece şeytani kötü şahıslarda ve münferit olaylarda var olduğu illüzyonu devam ediyor. Kötülüğün sıradanlığının okulda, işyerinde, şehirde herhangi bir yerde hemen yanı başında her şeye bulaşmış olma ihtimalinden uzak bir şekilde rahat bir uyku çekmeye devam edebiliyor. Halbuki ırkçılığı mesele edinen filmler izleyicinin midesine adeta bir yumruk indirmeyi başarmalı. Bunun için de sinemasal anlamda başka bir yol izlemesi gerekiyor. Avangart sinema ya da B-tipi istismar sineması bu yumruğu indirmeye ve beyaz bilincin kafasını karıştırmaya daha yatkın.

Irkçılık üzerine sıradışı bir alegori çekmek isteyen Samuel Fuller tam da bunun farkındaydı. Irkçılığın gölgede kalmış karakteristikleriyle ilgilenmek ve bunu bir polemik ekseninde yapmak istiyordu. Politik doğruculuk umurunda değildi. Irkçılık karşıtı hikayesi izleyicisine bir masal anlatmaktan ziyade metaforlarla onları rahatsız etmeyi amaçlıyordu.

Nihayetinde Fuller, yukarıda sözünü ettiğimiz kafa karıştırma işini gerçekleştirip amacına öyle bir ulaştı ki, filmi izleyen yapım şirketi Paramount, filmin ırkçı olduğu yönünde tepki almaktan korktuğu için vizyona sokmama kararı aldı. Böylelikle ironik bir şekilde beyazperdenin gördüğü en etkili ırkçılık karşıtı filmlerden biri ırkçı olduğu düşünülerek halının altına süpürülmüş oldu.

Irkçılık tedavi edilebilir mi?

Sansürün belki de en kötüsü -günümüz Türkiyesi’nde de fazlasıyla görülebileceği gibi- şirketlerin kararlarında ve tercihlerinde oto-sansür uygulamaları. Ticari gayeler ve kurumlarla takışmamak hedefi ön plana çıktığında sansürden bile daha vahim bir mefhum ortaya çıkıyor. Paramount’un yıllardır gün ışığına çıkartmadığı ‘White Dog’ da tam olarak bu durumdan muzdarip. Boykot tehditlerinden ve gelebilecek kötü tepkilerden çekinen Paramount çözümü filmi Amerika’da gösterime sokmamakta bulmuştu. ‘Subay ve Centilmen’, ‘Flashdance’ ve ‘48 Saat’ gibi gişe canavarlarını vizyona sokmaya hazırlanan Paramount, ‘White Dog’ ile hiçbir şeyi riske edecek değildi. ‘White Dog’ o yıldan bu yana Amerika’da resmi olarak gösterime sunulmadı. TV kanallarında harcanan filmin Amerika’daki ilk resmi DVD baskısı ise ancak 2008 Aralık ayında yapıldı. Amerikan Ulusal Film Eleştirmenleri Birliği 2008 ödüllerinde bu DVD baskısından dolayı Criterion Collection’a onur ödülü verdi.

1982 tarihli filmin hikayesi ise bir gece yolda bir köpeğe çarpan ve köpeği sahiplenen genç bir aktrisi konu alıyordu. Genç aktris Julie, yaralanan köpeği veterinere götürüyor, ancak bu köpeğin zencilere saldırmak için eğitildiğini fark ediyordu…

Fuller hikayesinde ırkçılık meselesini en şüphelenilmeyecek yerden çıkartmayı ve beyaz bilinci rahatsız edecek bir şekilde vermeyi başarıyordu. Dahası, Alman çoban köpeği üzerinden kurduğu metafora dayalı anlatıyı ırkçılık meselesi üzerine kafa yormak için kullanıyordu. Irkçılığın öğretilen ve bilince yerleştiren bir olgu olduğu tezini sinemasallaştıran ‘White Dog’, ırkçılığı zihinsel bir hastalık olarak kodlasa da tedavi edip edilemeyeceği konusunda pek Pollyanna’cı davranmıyordu finalinde. Tedavi edilemeyeceğini ima eden muğlak finali eleştirmenleri bile rahatsız etmişti.

Filmin en zekice hamlelerinden birisi bu hikâyeyi ucuz bir b-tipi şablonuyla sunarak izleyiciyi meselenin korkunçluğuyla baş başa bırakmak. Bunun için de gerilim filmlerinden fazlaca besleniyordu. Dönemin korku sinemasının hareketli, dolaşmaktan çekinmeyen kamera çalışmalarının izini ‘White Dog’ta bulmak mümkün. B-filmi estetiğinin ucuzluğu ise didaktik diyalogların izleyiciye tutunacak bir dal sunmasını engelliyordu. İzleyici ‘White Dog’u izlerken ne bir kahramanlığa ne de bir arınmaya sığınamıyor; olayın dehşetini utanarak sahiplenmek zorunda kalıyordu.

‘White Dog’un etki gücündeki aslan payını tabii ki yönetmen Fuller’a vermek gerekiyor. Hikâye anlatımında doğru tonu tutturan Fuller, gözü pek bir şekilde filmi Hollywood hicivleriyle doldurarak daha da rahatsız edici hale getirmiş. Amerikalı yazar-yönetmenin birçok filminde olduğu gibi mizansen üzerindeki hâkimiyeti ve yakın çekimlere olan düşkünlüğü ‘White Dog’da oldukça hissedilir durumda. Filmin müziklerinin ise Ennio Morricone imzası taşıdığını not düşmek gerek.

Yaşanan olaylar nedeniyle Samuel Fuller bu filmden sonra Fransa’ya taşındı ve bir daha Amerika’da film çekmedi. Gelgelelim ‘White Dog’, Samuel Fuller’ın eksantrik kariyerinin son filmlerinden biri oldu. Fuller, filmografisi ‘Shock Corridor’, ‘Pickup on South Street’, ‘The Big Red One’ gibi pek çok iyi film içermesine rağmen her nedense sinema literatürünün fazlasıyla dışladığı, hep arka planda kalmış bir yönetmen. Scorsese, Godard ve Tarantino’yu etkilemiş ve Amerikan bağımsız sinemasının gelişiminde etkileyici bir rolü bulunmuş bu yönetmenle daha önce tanışmadıysanız filmografisi açılmamış bir hazine sandığı gibi gelebilir. Irkçılık konusunda gerçekten farklı bir film izlemek isteyenler için ‘White Dog’u bu sandıktan çıkarmanın tam vakti.

(Birgün, 29.08.2014)

 

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN