Ayşe ARMAN
aarman@hurriyet.corn.tr
O, bana hep iyi geliyor.
Hamdi Koç.
Romanları da kendisi de… Umutlu şeyler anlatmasa da iyi geliyor. Gerçek geliyor.
İnsana ait bütün duyğuları o kadar iyi aktarıyor ki aynaya bakmış gibi oluyorum. Bu aralar üzgün ve çaresiz. Kim değil ki?
Yeni romanı “Yalnız Kaldınız Peyami Bey” Can Yayınları‘ndan çıktı; onun şerefine yaptık bu röportajı. Peyami Safa‘dan ve edebiyattan girdik memleketten çıktık.
Bu röportajdan aklınızda bür sürü şey kalsın. Bir sürü şey kalmasa bile, en azından şuna razıyım:
“Biz artık birbirimizi bile değil, kendimizi öldürüyoruz! Bir millet nasıl intihar eder, bunu görme noktasındayız…”
Ve büyülü satırların yazarı Hamdi Koç, yine karşımda… Üç senedir neredeydiniz? Neler yaptınız?
– Üç sene oldu, değil mi? Üç senedir biraz küskün bir yazar olarak, uzak bir dağ başında, küçük bir köy evine kapanmış, bu romanı yazıyor; yaşadıklarımızın gerçek olmadığına inanmaya çalışıyordum. Bütün 3 senem romanla geçti. Bir de tabii köpeciğimi yanıma alıp kırlarda uzun yürüyüşler yaptım. Hepsi bu.
■ Bu seferki farklı bir roman. ‘Yalnız Kaldınız Peyami Bey’ sürprizli, katmanlı bir roman. Bu kitabı yazmak nereden esti?
– ‘Peyami Bey’ çok eski bir proje. 2009 Nisan’ından beri aslında yazmakta olduğum, tırnak içinde söylüyorum, ‘yeni romanım’. Niye yeni olmak zorundaydı, tam bilmiyorum. Belki kendimden sıkıldım. Belki hayatı 50 yaşıma kadar görme şeklimden. Belki inançlarımdan. Bir de belki gizlice, göremediğimizi sandığımız şeyleri görebileceğimize inanmaya başladım. Ruhları mesela. Ya da hayaletleri. Ya da geçmişin acılarını. Farklı bir şeyler görme ihtiyacı farklı bir yazma yöntemi demek…
■ Hikâye kabaca, Hamdi Koç adlı yazarın, gece bir meyhane çıkışı saldırıya uğraması sonrası yaşadıkları… Bu kurgunun özel bir sebebi var mı?
– Yazar benmişim gibi duruyor değil mi? Ama ben değilim. Yani olmadığımı umuyorum. Çünkü ben olmamak için elimden geleni yaptım. Bütün saldırı, öyle anlaşılıyor ki siyasi bir suikast girişimi. Ama yazarımız hayatla bağını o kadar koparmış, sanata ve memlekete ve kendi yaratıcılığına dair umudunu o kadar yitirmiş bir yazar ki böyle bir önemin kendisine atfedilebileceğine inanamıyor. O da bunu anlamaya çalışıyor, “Neden ben?” diyor? Cevabı, kitabın sayfaları ve nihayet okur verecek. Ama haklısın, benim bir yazar olarak en başından beri böyle bir talihsizliğim var. Herkes her romanımda kendimi anlattığımı düşünür. “O sensin!” der. İtiraz etmekten yoruldum.
Kötü kalpli bir gazeteci
■ Kitabın yazarı, bir kadın çığlığı duyduğunu söylüyor, oraya yöneldiğinde de saldırıya uğruyor ve öldüresiye dövülüyor. Gözlerini açtığında, bilmediği, tanımadığı bir adamla baş başa buluyor kendini. Biz sonradan anlıyoruz ki, o adam, ünlü yazar Peyami Safa! Şahane bir hayal gücü… Şimdi soruyorum, Peyami Safa ile alıp veremediğiniz ne var?
– Peyami Safa’nın eserleriyle aramda sadece bir sevgi ilişkisi var. Bu şehrin yetiştirdiği en iyi romancı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Başka şehirlerin yetiştirdiği başka iyi romancılarımız da var elbette. Ama Peyami Safa, İstanbul’un romancısı. Tarihinin en zor yıllarında bu şehirde doğmak, büyümek, büyük bir yoksulluk içinde kendini yetiştirmek, bir büyük yazar olmak ve o yılların acı dolu hikâyelerini anlatmak başlı başına efsanevi bir çaba…
■ Niye kitabınıza konuk oldu?
– Farklı bir karakter çünkü. Şahane romancı, ama aynı zamanda kötü kalpli bir gazeteci. Taraf tutan bir yazar. Hele iş, gazete yazılarına gelince zalim, kindar, kötü. İşte bu özellikleriyle romanıma girdi. Kusurlu, çok kusurlu, hatta günah dolu biri olduğu için. İnsanlar iyi olmak zorunda değiller, ama kötü olmamak zorundalar. Peyami Safa bir gazeteci olarak kötü biriydi. O devrin basınında, polemik, zaten en muteber yazı yoluydu. Arkanı sadece gazetene değil, bir de devlete yaslayarak polemik yürütmeye kalktığın zaman bunun ciddi hasar verme kuvveti oluyordu. O da pek çok insana hasar verdi.
■ Kitapta Peyami Safa, yazar Hamdi Koç’tan biyografisini yazmasını istiyor. Sizin böyle bir niyetiniz oldu mu?
– Hayır, neyse ki! Haddimi bilen bir yazarım. Bir büyük yazarın ki Peyami Safa büyük bir yazardı; biyografisini yazabilmek için edebiyat âlimi olmak lazım. Ben değilim.
■ Peki bu zalim adamın ebebiyattaki değeri bilinmiş mi?
– Hayır. Bugün hâlâ ‘sağcı’ diye edebiyatın ana gövdesinin dışında tutulmaya çalışılıyor. Büyük haksızlık. İdeoloji hastalığının, hayatımızdaki trajik semptomlarından biri. On yıllarca Tanpınar da aynı tavırdan mustaripti. Zamanla ve belli birkaç önyargısız edebiyat adamının çabasıyla o haksızlıktan kurtuldu. Aynı şeyi Peyami Safa için de umalım.
■ Sizce en büyük yapıtı hangisi?
– Ben kendi adıma ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ olduğuna inanıyorum. Proust hassasiyetleriyle, inceliklerle dolu harikulade bir roman. Bir hayal kırıklığı romanı. Ve yazıldığı sene 1930. Kimse Türk romanının tarihini, 50’li, 60’lı yılların eşkıya romanlarıyla başlatmaya kalkmasın. Türkiye’de ilk gerçek ve gerçekten tatmin edici romanı Peyami Safa yazdı.
■ Korkunç günler yaşıyoruz. Siz her zamankinden daha fazla mı edebiyata sığınıyorsunuz?
– Evet, edebiyata, müziğe, tabiata, yalnızlığın mümkün olan her türüne sığınıyorum. Bazen de imkân olursa arkadaşlarımın yalnızlığına. Hep birlikte oturup susuyoruz, önümüze bakıp zamanın geçmesini bekliyoruz…
HESAPLAŞMA ZAMANI
■ Bir yanıyla fantastik bir macera gibi dursa da Türk edebiyatının çeşitli roman kahramanlarına selam çakıyorsunuz. Bunu niye yaptınız?
– Emin ol bilmiyorum. Belki artan hüzün duygusu. Belki geçmiş güzel çabaları kucak-‘ lama arzusu. Kendiliğinden oldu ve beni mutlu etti.
■ Bu roman, bir yazarın, kendisiyle girdiği zorlu ve çetin hesaplaşmaya ilişkin şeyler de söylüyor. Hesaplaşma yaşınızın geldiğini mi düşünüyorsunuz?
– Umarım gelmemiştir. Ama bu söylediğin kelime, çok hayati bir kelime: ‘Hesaplaşma’. Bu herkesin aklının bir kenarında korkunç bir ihtimal olarak ilelebet hazır durmalı.
■ Esas olarak okuyucuda, bu romanın nasıl bir tortu bırakmasını istersiniz?
– Tatlı bir tatminsizlik hissi! Bu saklamam gereken bir düşünce ama saklayamıyorum.
“Artık kaplumbağaların ruh hali üzerine çalışmak niyetindeyim”
■ İki Peyami Safa var: Mükemmelliği arayan müthiş edebiyatçı ve dostlarına bile-kazık atan kötü adam… Peyami Safa’dan yola çıkarak ne söylemeye çalışıyorsunuz?
– Vicdan… Hesaplaşma… Geçmişe bakış ve kendinle gurur duyup duymadığını düşünmek… Ben herkesin, ileride kendisinden bahsedildiğinde çocukları, torunları kendisiyle gurur duysun isteyeceğini varsayıyorum. Peyami Bey de, bence o hislere sahip, üzgün, kederli bir adam. Bir ömrün sonunda, hayatı, şu tek feci kelimede özetlemek acı olmalı: ‘Keşke’. Öte yandan en az bu kadar inandığım bir ‘kalp hamlesi’ var, o da telafi etme çabası. Bu çabaya saygı duymasam, bu romanı yazma ihtiyacı da duymazdım…
■ Bir insanın kötü bir insan olması, onun şahane bir edebiyatçı olmasını engellemiyor…Mu?
– Hayır, engellemiyor işte! Bir faşistin ya da zayıf karakterli, çıkarcı, hesapçı, paragöz, sevgisiz birinin iyi bir insan olacağını düşünemeyiz, ama iyi bir edebiyatçı, hatta büyük bir edebiyatçı olabileceğinin çok örneği var. Tuhaf, ama oluyor. Bazen sırf hırs ya da kör bir yetenek bir edebiyatçının kendisini büyütmesine yetebiliyor.
■ Peki bu durumda, bizim onun kötülüğüne göz mü yummamız gerek?
– Zor soru! Ben kendi adıma bu zorluğu, bir yazarın sanatıyla kişiliği arasında ayrım yaparak, ilkini alıp ikincisini olduğu yerde bırakarak çözdüm. Ama şunu söylemek isterim: Hayat, ölmekle bitmiyor. Yarın’, denen bir ikinci dünya var. Yarın demek muhasebe demek, geçmişe bakış demek. Vicdan, sonunda her zaman kazanır. Ve vicdan sonunda her kötülüğü mahkûm eder. Çünkü yarın var. Bugün susan, yarın konuşacaktır. Bugün zulüm gören, yarın hesap soracaktır. Şimdiye kadar hiç kimse yarına hesap vermekten kurtulamadı. Bu romandan sonra artık günahın ölümsüz olduğuna inanıyorum!
■ Mesela siz hakkınızda “İyi edebiyatçıydı ama iğrenç adamın tekiydi!” denmesini ister misiniz?
– Asla! Ben kimseye, yazı yoluyla fenalık yapamam. Eğer parkta yürürken, gelip köpeğime tekme atacak kadar çatlak biri değilse, kimseye fiziksel kötülük de yapamam.
■ Yoksa şunu mu tercih edersiniz: “Pırlanta gibi bir insandı, pek çok insana iyiliği dokundu. Ama ortalama bir yazardı…”
– (Gülüyor) Bu da bana göre değil! Çünkü iyi bir insan da değilim. Kimseye bir iyiliğim dokunmadı. Dokunmaz da. Çünkü kendi dünyama kapalıyım. Topu topu birkaç yakın, eski arkadaşım var. Etrafım değişmez. Ben de değiştirme ihtiyacı duymam. Hayat, bilmiyorum belki benim ruhsal problemlerimdir, ama beni de başkalarını da içine kapanmaya ve kapalı kalmaya itiyor. Artık dışarı çıkasımız bile gelmiyor. Tek üzgün Türk olduğumu da zannetmiyorum. Bir millet nasıl intihar eder bunu görme noktasındayız
■ Bu aralar kafayı en çok taktığınız şey nedir?
– Kendimi bildim bileli, birkaç klişe laf duyar dururum. Biri, ‘iç ve dış düşmanlar’ lafı. Öteki de ‘Memleket elden gidiyor’… İkisi de ilelebet doğru olabilir. Ama artık açıkça gördüğüm daha yeni bir şey var. Biz artık birbirimizi bile değil, kendimizi öldürüyoruz! Bir millet nasıl intihar eder, bunu görme noktasındayız…
■ Çok feci, ama doğru bu söyledikleriniz… Başınızı alıp gitmek istediğiniz oluyor mu?
– Gittim zaten. Vallahi. Artık yokum. Yeni romanım bitince belki dönerim. Artık memleketten, bu yaşadığımız hayattan, hem de 3-4 senedir, çekildim, gittim. Artık kaplumbağaların ruh hali üzerinde çalışmak niyetindeyim. Bence kaplumbağalar aslen yeni zamanların üzgün ve çaresiz Türklerine model olsun diye öyle yaratılmışlar. Ben öyleyim. Artık bir birey olarak memleket üzerinde her birey kadar hak iddia etme imkânını ve ihtimalini kendimde veya çevremde göremiyorum. Kaybettiğimiz kanaatindeyim. Kaybedene de sessizce çekip gitmek yakışır…
(Hürriyet, 14.01.2017)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN