Oğuz DEMİRALP
Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun 1970 yılında Milliyet gazetesinde tefrika edilmiş olan romanının başlığıdır bu. 2006 yılında Heyamola yayınları kitap olarak basmış romanı. Zor bulunuyor. Dikkat çekmemiş, bir köşede kalmış. Edebiyat piyasasına düşmemiş gerçek bir edebiyat yapıtı.
Ben bu romanın varlığını çok değer verdiğimiz yazarımız Cemil Kavukçu’dan öğrendim. Daha romanı aramaya başlamadan, bulmadan, okumadan başlığı çarptı beni: Evlerde Sevgi Yoktu. Roman gibi bir başlık. İşitince bu başlığı birdenbire gözünüzün önünde bildiğiniz, bilmediğiniz binlerce, milyonlarca evdeki mutsuz yaşamlar canlanıveriyor. Dünya edebiyatının en güzel başlığı yarışması yapılsa, benim de oy hakkım olsa, ben oyumu bu başlığa veririm. Roman sanatında en çok işlenen konulardan biri aile bireyleri, aileler, aynı yerde yaşayan insanlar arasındaki ilişkilerdir. Hemen hepsi de aynı sonuca varır: Evlerde sevgi yoktu.
Üstelik alabildiğine Türkçe, başka dilden alınmamı bir başlık. Bu üç sözcüklük tümcenin Türkçedeki gücünü benim bildiğim yabancı dillere aktarabilmek hiç kolay değil. Bu da Türkçenin gücü. Alafranga dilleri ya da Arapçayı, Farsçayı Türkçeden üstün bulanlara kapak olsun. Sözde daha iyi anlatım için Türkçeden kaçınan yazarlarımıza da ders olsun!
Hacıhasanoğlu’nun romanı Abbas Sayar’ın Yılkı Atı’nı aklıma getirdi. Cumhuriyetimizin Anadolu aydınlanmasının ürünü yazarlardan, yapıtlardan söz ediyoruz. O olağanüstü aydınlanma hareketinin ne hale getirildiği ortada… Gel de yazıklanma, hayıflanma!
ORTA ANADOLU’DA BİR KASABA
Bu romanda Cumhuriyet aydınlanması baş konu ya da izlek değil, ama anlatılanın arka düzlemi. Anlatıcı Orta Anadolu’da bir kasabada bir ilkokul öğrencisiyken yaşadıklarını aktarıyor bize. Bir yetişim romanı. Bir yanda bilime, yazına, dünyaya açık ve aklın üstünlüğüne dayalı bir eğitim dizgesi, yerleş(tiril)meye çalışı(lı)yor; öbür yanda kasabanın insanları.
Bir yanda iyiler, öbür yanda kötüler yok. Kaymakamından hakimine, öğretmeninden imamına, kişiler kusurlarıyla çıkıyor karşımıza. Sanki tepeden gelen bir ışık var, ama henüz herkesin içine sızamıyor. Yürekler kilitli, her yer, herkes netameli…
“Benim babam üvey değildi” tümcesiyle güm diye başlıyor anlatı. Öyle bir tümce ki, bir yandan incipit güzeli, öbür yandan romandan bizi neleri beklediğinin habercisi. Anlatıcının babası, romandaki sözcüklerle “odacılıktan tahsildarlığa atlamış küçük bir memur”. Ancak toplumsal sorunu değil sorun olan, içkiciliği, zimmetine para geçirmesi, ailesine şiddet uygulamasıyla bir bela; ara sıra hayat hakkında bilgece laflar etse de… “İler gitmiyo insanlık geriliyo… Mertlik azalıyo, kahpelik artıyo günden güne. Gözümüz sağda, solda. Yiyoz birbirimizi… Yalan mı” diyor örneğin… Düşmüş bir ruh…
Evet, ruhlar düzleminde bakınca kasabaya, kasvetli, dapdaracık bir dünya görüyor okur. Neyse ki, okulda coğrafya dersi var. “Ben eğilirdim coğrafya kitabının üstüne” diyor anlatıcı, evindeki boğucu ortamı betimledikten sonra, tamamlıyor anlatının belkemiğindeki bir karşıtlamı, bir karşılaştırmayı: “Dünya büyüktü. Büyük büyük ırmaklar vardı. Kara insanlar, sarı insanlar, renk renk insanlar…”
Sadece coğrafya kitabı yok okulda, çoğunun zihnini kasabanın sevgi yoksulu ortamından çok ötelere açan bilgiler var. En önemlisi: Edebiyat var. Yazmak insanın kendini aşması için gerekli değil midir? Gel de bu soruya olumsuz yanıt ver…
DEĞERİ BİLİNMEMİŞ BİR ROMAN
Güzel yazılmış bir roman. Cemil Kavukçu’nun 11 Ağustos 1991 tarihli Akşam Gazetesi’nde yayımladığı bir değerlendirmesini okudum: Değeri Bilinmemiş Bir Roman. “Siz de okuyun” derim. Kavukçu iyi betimlemiş romanın yazınsal başarısını: “Romanda beni ilk çarpan, kısa ve yalın cümlelerle kurulan ritim olmuştu. Diyaloglarda yerel dili ve argoyu abartıya kaçmadan kullanması ise bir ustalıktı. Öykü dilinin şiirle flörtleştiği, yüz metre koşucusunun tempolu anlatımı 164 sayfa boyunca düşmüyor; ne yazarın kalemi soluğa takılıp tıkanıyor ne de okur yoruluyordu. Dilde bir riske girmiş ve üstesinden gelmiş yazar.”
Gene Kavukçu’nun vurguladığı gibi, renkli, canlı, düşsel boyutlara varan bir anlatım okuyoruz. Anlatıcı, kasabaya gelen tiyatronun oynadığı Arap’ın İntikamı faciasını seyrederken bir “düş alemi girer”. Aslında edebiyatının imgelem dünyasına girmiştir. Bundan sonra gel de kurtul edebiyatın pençesinden! Berberde uykuya daldığında gördüğü düş, kucakladığı yastığa kaş göz bıyık çizen deli teyze, yaptığı çamur adamlarla konuşan çömlekçi, çeşitli kişilerin masalsı boyutlarla betimlenmesi, kızını öldüren babanın anlatış biçimi gibi öğeler, romanın değerini arttıran nerdeyse bir fantastik boyutun doğmasına yol açar.
Ne ki, çocuğun genişleyen iç dünyası kasabanın dar sevgisiz ortamının tehdidi altındadır. Anası bile kasabanın bir parçasıdır. Çocuğun gitmekten başa bir çaresi kalmaz. “Gidiyordum belki de bir yerde bulurum diye SEVGİ’yi. Uzaklarda o şarkı söyleniyordu hep bir ağızdan. El ele tutuşularak, herkesin sesi aynı gürlükteydi; ne kadar da güzeldi! Umut, sevgi, mutluluk yüklüydü bütünüyle… // Tren güneşin battığı yöne doğru yol alıyordu. Gittikçe yakından duyuyordum.”
Çocuk aradığını buldu mu? Anlatıcı bunu söylemiyor, okura bırakıyor yanıtı.
Böyle içtenlikli, hoş bir romanın unutulduğunu düşününce “Edebiyat piyasası edebiyatın düşmanıdır” diyesim geliyor gene.
(Cumhuriyet Kitap, 02.05.2019)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN