İpek Ceylan Ünalan (iunalan@igazetevatan.com)
Şu Töre… Yaşadığımız coğrafyadaki pek çok ailenin anayasası…
Canan Tan yeni romanı “Pembe ve Yusuf‘”da çocuk gelinler, kadına şiddet, gelenek görenekler ve töre gibi Türk toplumunun pek çok kanayan yarasına parmak basıyor, “töre“nin parçaladığı hayatları anlatıyor. Canan Tan “töre“yle de sınırlı kalmayıp çocuk yaşta evlendirilen kızların da ibretlik öyküsünü de ele alıyor, çocuk gelinlerin hayatlarının nasıl ters yüz olduğunu gözler önüne seriyor.
Eşinin anneannesinin de o çocuk gelinlerden biri olduğunu söyleyen Canan Tan yeni romanı “Pembe ve Yusuf için “Yaşadıklarımı yazmasam, birikimlerimi paylaşmasam olmazdı” diyor. Canan Tan’la yeni kitabını konuştuk.
– Pembe ve Yusuf da gelenek-göreneklerin ve törenin karşısında çaresiz kalan hayatları anlatıyorsunuz. Sizi töre olgusunu yazmaya iten ne oldu?
– “Hasret”, gerçek yaşamdan alman bir öyküydü. Pembe ve Yusuf ise her gün bir benzerine tanık olduğumuz, kendi başımdan geçmese de çok çarpıcı örneklerini bire bir yaşadığım gerçekliklerin romanı. Töre… Herkes az çok fikir sahibi bu konuda. Ama gazetelerde okunan, televizyonlarda esefle izlenen haberlerin gerisinde yatanları, farklı yörelerde neler olup bittiğini uzaktan uzağa kestirebilmek mümkün değil. Yaşadıklarımı yazmasam, birikimlerimi paylaşmasam olmazdı. Romanınızda çocuk gelinler, töre cinayetleri, kız çocuk doğurmanın değersiz kabul görüşü ve kadına şiddet gibi Türkiye’nin toplumsal sorunlarına değiniyorsunuz. 10 yıl Diyarbakır’da yaşadığınızı biliyoruz. Diyarbakır’da yaşayıp doğunun kültürünü görmüş biri olarak, toplumun bir gün töre olgusunu aşacağım düşünüyor musunuz? Keşke bu konuda olumlu düşündüğümü söyleyebilsem! Benim Güneydoğu’da yaşadığım günlerden bugüne, değişen hiçbir şey yok maalesef. Büyük şehirlere yönelen göç dalgalarıyla, yaşanan bu toplumsal sorunlar daha da yaygınlaştı üstelik. Ancak tüm sorumluluğu Diyarbakır’a ya da diğer Doğu ve Güneydoğu illerine yüklemek haksızlık olur. Türkiye’nin dört biryanmdan benzer haberler yağıyor. Ve bizler, kadına şiddet, töreye bağlı ya da töreden bağımsız kadın cinayetlerini kanıksar olduk ne yazık ki.
ZİHNİYET DEĞİŞİMİ ŞART
– Yürütülen sosyal sorumluluk kampanyaları ve bilinçlendirme çalışmalarına rağmen çocuk gelinler gerçeğinin önüne geçilemiyor. Romanınızdaki Keder de 13 yaşında bir çocukgelin. Çocuk gelinlere yenilerinin eklenmemesi için neler yapılmalı sizce?
– “Çocukgelin” kavramıyla ilk tanışmam, Diyarbakır’a gelin gittiğim yıllara dayanıyor. Eşimin anneannesi Makbule Hanım -Mako diye çağırırdık biz onu- ablası öldüğünde henüz 6 yaşında. Eniştesi Nihat Bey, aileden kopmak istemiyor. Ve Mako’yla söz kesiyorlar. Hayır, o yaşta gelin olmuyor tabii kibir damlacık çocuk. Nihat Bey gezmelere götürüyor onu; şekerler, çikolatalar alıyor; büyümesini bekliyor. 12 yaşma geldiğinde de nikâh kıyılıyor. Ergen olmadan gelin oluyor Makbule! Bu, yalnızca benim yaşadığım somut bir örnek. Geride niceleri var… Keşke yenileri eklenmese bu kervana. Tek çare, gene o beylik lafa dayanıyor: Her şeyin başı eğitim. Ve eğitimle kazanılacak zihniyet değişimi.
– Romanınızda bir yanda kaderine boğun eğen Keder, Pembe ve Yusuf diğer yanda ise onların hayatlarına dahi karar veren İsmail, Nevzat Nusret; yani Ezilenler ve ezenler. Ezilenlerden veya ezenlerden olmak bu coğrafyada doğanların değişmez kaderi mi?
– Ezilenler ve ezenler yalnız bizim coğrafyamızın kaderi değil; dünyanın dört bir yanında ezilen, itelenen, ötelenen pek çok insan var. Yanı sıra, ezilenlerin yalnızca “kadın” olduğunu düşünmek de büyük bir hata. Cinsiyet ayrımı gözetmeden, “insan” olgusunu öne ı çıkarmamız gerekiyor. Ezilen, horlanan, acı çeken, hatta eşlerinden dayak yiyip kendilerine yediremedikleri için çektiklerini dile getiremeyen erkekler de var aramızda çünkü. Bomanın son bölümünde, bir nebze de olsa yer verdim onlara. Yusuf da o erkeklerden biri değil mi? Romanın ana kahramanları Pembe ve Yusuf gibi görünse de aslında anneleri Keder. Keder çocuk yaşta evlendirilmiş yine çocuk yaşta anne olmuş genç bir kadın. Kocasını sevmemesine ve ondan gördüğü şiddete rağmen kaderine boğun eğen bir karakter. Sizce günümüzde de durum böyle mi?
– Henüz kadınlar olarak tam bağım sızlığımızı kazanamadık mı?
– Evet, Keder “ezilen kadın” kimliğinin çarpıcı bir örneği. Ama ne yazık ki, kadına pek çok ülkeden önce seçme ve seçilme hakkı verilmiş Türkiye’de, onunla aynı kaderi paylaşan çok sayıda hemcinsi var. Kâğıt üzerindeki haklar bir yana; ne tür bir eğitim alacağına, nasıl bir hayat süreceğine, kiminle ve ne zaman evleneceğine karar veremeyen ve tüm özgürlükleri kısıtlanarak başkalarının çizdiği yolda yürümeye şartlandırılan kadınlarımıza, tam bağımsızlığına kavuşmuş gözüyle bakmamız mümkün mü? Bir kardeşin diğerinin canına kıyması psikolojik olarak nasıl açıklanabilir? Töreyi bir insana bunu yaptırabilecek kadar güçlü kılan nedir? Töre, Türk sosyal hayatını düzenleyen kaideler bütünü. Türklerin, adı konmamış anayasası. Gelenekler, görenekler, yaşam biçimi… Ama nedeni ne olursa olsun, cana kıymak yok! Yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevmeyi emreder törelerimiz. Bir kardeşi diğer kardeşi öldürmeye şartlandırmak, ne dini inanışla ne de töreyle, örf ve âdetlerle açıklanabilir. “Ailemizin namusunu temizleyeceksin,” telkinleriyle yıkanıyor körpe beyinler. Hakkında idam fermanı kesilmiş abla, kaderine çoktan razı. Ama elini abla kanma bulayacak genç, psikolojik olarak ondan çok daha kötü durumda.
(Vatan Kitap, 17.10.2014)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN