Sungu ÇAPAN
Müjde, yıllar önce muhbirliğin, fişlenmenin geçerli olduğu, baskıcı, karanlık bir rejimin hüküm sürdüğü 1980’lerin Doğu Almanyası’nda, aşk, sanat, politika üçgeninde geçen, etkileyici ilk filmi, Oscar ödüllü “Das Leben der Anderen-Başkalarının Hayatı”yla (2006) hayatımıza girmiş Alman yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck’ın 12 yıl aradan sonra yine yazıp yönettiği ikinci filmi “Werk ohne Autor-Asla Gözlerini Kaçırma” bugün gösterime giriyor. Tıpkı “Başkalarının Hayatı”nda olduğu gibi yabancı dilde en iyi film dalında Almanya’nın Oscar adayı seçilen “Asla Gözlerini Kaçırma” (İngilizce adıyla “Never Look Away”), 1937’de, sonradan müttefik uçaklarının bombalarıyla yerle bir edilecek Dresden’deki Kandinsky, Mondrian, Klee, Otto Dix, vb. gibi avangard sanatçıları dejenere ‘müsvedde ressamlar’ sayıp yerin dibine batıran, kitap yakmayı da çok seven Nazi yönetimince düzenlenmiş ‘Dejenere Art’ başlıklı bir serginin açılışıyla başlıyor. Teyzesiyle (Saskia Rosendahl) birlikte bu açılışa katılan, 6-7 yaşlarındaki küçük Kurt (Cai Cohrs) gördüğü resimlerden etkilenip ilerde resim sanatına gönül vereceğini nereden bilsin? Güzel teyzesinin, Göring’le Göbbels’in karılarını da iyileştirmiş olan profesör Seeband (“Başkalarının Hayatı”ndan anımsadığım, yönetmenin gözde oyuncusu Sebastian Koch, şeytani bir Nazi karakteri unutulmaz kılıyor bu prof. jinekolog performansıyla) adındaki, Ari ırk-üstün insan saplantısındaki Nazi görüşüne gönülden bağlı bir usta jinekolog başhekimin emriyle kısırlaştırılıp gaz odasını boylayacağından da habersiz Kurt. 1941, Kurt büyürken kâbus gibi Avrupa’nın ümüğüne çökmüştür Nazi imparatorluğu. 1945, Seebend Berlin’de esiri olduğu Rus binbaşının (Evgeniy Sidikhin) kızının zor doğumunu yapıp kızı ve bebeğini kurtarınca binbaşının himayesine girer.
Aşk için Batı’ya kaçış
1948, sanat eğitimi gören, delikanlı Kurt (Tom Schilling), artık Doğu Almanya’daki toplumsal gerçekçilik akımının bir neferi olur. Derken tanışınca âşık olduğu, Prof. Seebend’in (teyzesiyle adaş) kızı Ellie’yle (Paula Beer) birlikte, Walter Ulbricht-Stasi rejiminin karanlığına gömülmüş Doğu Almanya’dan ve ikisinin beraberliğine karşı çıkan Seebend’in pençesinden Batı’ya kaçarlar. Kurt, Düsseldorf’ta yağlı boya resmin dışında, yeni sanat türleri, stilleri ve akımlarıyla tanışıyor. Özellikle Düsseldorf güzel sanatlar akademisindeki hocası olan, hümanizm, sosyal felsefe, antropolojiyle bağlantılı kavramları temel alan çalışmalarıyla 20. yüzyıl sonu sanatına damga vurmuş, ünlü Alman performans ve yerleştirme sanatçısı, heykeltıraş, grafik tasarımcısı, sanat pedagogu ve kuramcı Joseph Beuys’ten (1921-1986) çok etkileniyor. Sanatın yaratıcı ve katılımcı bir rol üstlenerek toplumu ve politikayı şekillendirebileceğini hep savunmuş Beuys’ün niye şapkasını hiç başından çıkarmamasındaki esrarın da açıklandığı “Asla Gözlerini Kaçırma”da ressam kahramanımız Kurt’un, Nazi döneminde geçen çocukluğunda ve komünizmin gölgesinde kalan gençliğinde yaşadığı yığınla travma ve darbelerden kurtulup sanatına odaklanması pek kolay olmayacaktır…
Yönetmen Von Donnersmarck’ın senaryosunu gerçek olaylardan esinlenerek yazdığı, 30-40 yıllık bir döneme yayılarak 20. yüzyıl Almanya tarihini beyazperdeye yansıttığı, 3 saatlik bu ikinci uzun metrajını ilk filminden de daha başarılı buldum.
Övgüyü hak eden bir film
Dönem dönem yürüyen epik hikâyesinin özetle sanatın insanı karanlıktan çıkarabileceği mesajına bağlandığı “Asla Gözlerini Kaçırma”, diyeceğim sinematografik açıdan ana akım sinemanın beylik tarihsel dram şablonlarını aşan, akıcı, işlek bir anlatıma sahip, ünlü kameraman Caleb Deschanel’in nefis kadrajlarıyla bezeli, iyi yazılmış, oynanmış, çekilmiş, büyük bir film bu, her türlü övgüyü, alkışı hak eden. Seyirci 3 saati aşan süresine (tam 188 dakika) aldanıp da sakın görmezlik etmemeli, çünkü öyküsü, karakterleri, anlatımı ve görselliğiyle sonuçta yağ gibi kayan, usta işi, şahane bir film “Werk ohne Autor”, değil haftanın, ayın filmi bence.
(Cumhuriyet, 08.02.2019)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN