Emre ERBATUR
İnsan doğanın, büyük ötekisinin kanseridir; onun kıymetini bilmeyen, Ünsal Oskay’ın deyimiyle eksik, açgözlü ve haindir. Doğanın olumsuzlukları karşısında çaresiz kalan bedeni nedeniyle giriştiği mücadelede yenik düşmemek uğruna yeryüzünde tahakküm kurmak isteyen, bu tahakkümü perçinlemek için sınıfları, devleti ve hiç şaşırmayalım, alışveriş merkezlerini yaratan bir hükümranlık dehasıdır. Tabii, sanatçıdır da. Doğanın ve hayatın sunduklarından yeni dünyalar yaratabilen, ama çoğunlukla bencillikle sakatlanmış bir yetenektir insan. İnsanın yaratıcı ve yıkıcı enerjisini bencilce kullanmasının sonuçları ortadadır. Daha fazla yaşam alanı, enerji, konfor için diğer canlıların yaşamı pahasına parsellediği, değerlediği; anlamlı ve doğayla bütünlüklü, dayanışmacı bir varoluşa değil, insanın ruhunu çürüten, algısını kötürümleştiren, dayanışma duygusunu körelten, zihnini ve bedenini her anlamda kirleten bir para ve güç tapınısına tahvil ettiği toprak ve su artık yaşam üretemez bir noktaya doğru ilerlemektedir. İnsan türünün varoluşuna şöyle bir baktığımızda ve yaratıcılığıyla var ettikleriyle yıkıcılığıyla yok ettiklerini karşılaştırdığımızda tuhaf bir soruyla karşılaşırız: İnsanın evrene bir faydası var mıdır?
Yazılan milyonlarca sayfanın, var edilen binlerce heykelin ve resmin, mühendislik harikası olarak gökyüzüne uzanan binlerce yapının, uzayın derinliklerine uzanan üslerin evrene pek bir faydası yoktur. Sanat, insanın en güzel avuntularından, en işlevsel meşrulaştırma araçlarından birine dönüşür bazen. İnsan yıkar, yaratır, tekrar yıkar, katliamlar yapar, yaralarını sarar, unutur; kaldığı yerden, kendinden öncekilerin cesetleri üzerinde yaşamını sürdürür. Tarihi yeniden yazarken sürprizlere açıktır, söylemine göre iade-i itibarda bulunmaktan, pişmanlık duymaktan geri durmaz. Ama savanasındaki zebrayı artık doyduğu için avlamaya üşenen aslan için bütün bunların çok anlamı yoktur çünkü yitirilenler, soyu tükenenler, küle dönenler, heba edilenler geri gelmeyecektir ve pişmanlık duymayan unutkanların egemen olduğu toplumlarda yok edilenler her unutuluşta yeniden ölürler. O yüzden belirtelim, maalesef insan çoğunlukla doğanın amnezisidir de.
İnsan öteki insanlarla ilişkilerin de kanseridir. Doğayla barışamayan insan kendinden farklı olanı da düşmanlaştırır. Acı bir ironidir, faydasızlığını ve anlamsızlığını perçinlercesine kendi türüyle de arası iyi değildir. Kendini, kendinden olanı sevmeyen, ötekini hiç sevmez. Tersi de mümkün: ötekini sevmeyen kendinden ne anlar ki?
Ötekini ve kendini anlamayan insan yapay hiyerarşilerin adaletsiz çarkları arasında, kısır bir döngünün içinde yüzeysel, tahammülsüzlüğün kol gezdiği, her an sevginin ikiyüzlülüğe, aşkın nefrete, şehvetin tecavüze, arzunun yamyamlığa dönüşebildiği; içtenliğin ve dayanışma duygusunun yerini ticari akla bıraktığı plastik hayatlar sürer. Dünya devasa bir alışveriş merkezi olmuştur artık. Steril, sorunsuz, insan her ağladığında verilen hazır mamalar gibi tüm ihtiyaçlarının karşılandığı, bencilliğini sıvazlayan, ruhsuz, kimliksiz ve tatsız bir kıvamı vardır bu dünyanın.
Sanki başka hiçbir seçeneği yokmuşçasına bu tatsızlığı sürdürebilmek uğruna sevmediği işlerde dirsekleriyle birlikte ruhunu da çürütür insan. Bunu unutmak, avunmak için hak ettiğine inandırıldığı gustoya, alışveriş merkezlerine, o merkezlerin biçimlendirdiği uslu doğaya, her türlü riskten yalıtıldığına inandırıldığı bir dinin müridi gibi sitelere ya da muhterem baskılarıyla selamete erdiği mahallelere koşar. Annelik babalık bile artık bir tür alışveriş, iktisadi bir alışkanlıklar manzumesi, bir tür pazarlıklar envanteridir. Çünkü çocuklar açtır. Oyuncağa, fast fooda, çılgınca neşeye. Evet, çocuklar, yetişkinler, hayvanlar, ezenler, ezilenler açtır. Dizginlenemez bir açlık türü tüm toplum katmanlarına kanser gibi yayılır, nüfuz eder, sonra da şu tatsızlıkla marine edilen boşluk duygusuna dönüşür.
İnsan tuhaf bir saflıkla bu boşluk duygusunu doldurabileceğine inanır. İnançları, alışkanlıkları, sahip oldukları, sahip olmak için daha çok çabalaması gerektiğini düşündükleriyle bu boşluğun dolacağına, kendisinin de tamama ereceğine iman eder. Oysa bu boşluk korkuyla aromalandırılmıştır. Evsiz, parasız, gıdasız, internetsiz, sevgisiz, aşksız, bedensiz, arabasız, telefonsuz kalma korkusu. Mağaralarda el izini bıraktığı günlerin vahşi hayvanlara, soğuğa ve açlığa yem olma korkusu yerini arabaya park yeri bulamama korkusuna bıraktığından beri insan aslında daha yalnız ve çoraktır.
George Saunders, İngilizce ilk baskısı 2013’te, ülkemizde ise Niran Elçi’nin Türkçesiyle Delidolu etiketiyle 2020’de yayımlanan ‘Tilki 8’ başlıklı çağdaş fablında, numaralandırılmış tilkilerin yaşadığı bir ulusal parkın tilkilerinden Tilki 8’in Frankenstein’ın Canavar’ı gibi gizlice insancayı öğrenip insanlığa yazdığı, onu umuda ve doğayla bütünleşmeye davet ettiği bir mektup üzerinden bu patolojinin nabzını tutmaktadır.
‘Tilki 8’ bize Antoine de Saint-Exupéry’nin ‘Küçük Prens’indeki tilkiyi anımsatır. Fransız yazarın yapıtında bizi bir tür evcilleşmeye davet eden tilki, bu evcilleşmeyle diğer canlılarla bağ kurmayı ve onların sorumluluğunu üstlenmeyi ifade eder. Saunders ise Saint-Exupéry’nin bıraktığı yerden devam eder ve ‘Tilki 8’in ve arkadaşlarının başına gelenlerin ışığında insanın bu evcilleştirmeyi tek taraflı gerçekleştirdiğini anımsatır. İnsan doğayı evcilleştirmiştir, ama onun evcilleştirmesi bağ kurmaktan çok tahakküm kurmaya evrilmiştir.
Artık ilk paragraftaki soruya dönebilir ve hatırlatabiliriz, insan bir karar vermelidir. İnsan merkezli bir yaşamdan doğa merkezli bir yaşama mı dönecektir yüzünü yoksa dünyanın hayırsız bir fazlalığı olarak kendi kof yaşam senaryosu ve bencil patolojisi içinde doğanın ve kendi türünün sonunu mu getirecektir? Ey insan, deva mısın, bela mısın? Bir karar ver, yeter artık!
(Birgün Kitap, 16 Nisan-20 Mayıs 2021)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN