Güzin Öztürk, deniz feneri gibi karanlıkları aydınlatıp ışıktan bir yol açıyor. O yolda karanlıklar olsa da; çocuklar karanlıkla yüzleşirlerse sonunda aydınlığa çıkacaklarını öğreniyorlar.
Derslerde bacaklarımı sallamadan duramaz, arada ayağa kalkıp yürüme ihtiyacı hissederdim. Sınıfın penceresinin önünden geçen kuş her zaman daha çok dikkatimi çekerdi. Saniyede kaç kez kanat çırpabileceğini hesaplar ama dersleri dinleyemezdim.
Güzin Öztürk, içinde yazar ateşi taşıyıp bunu göstermek için Prometheus’un kalbindeki ateşi çalmasını bekleyenlerden. Lise, üniversite ve sonrasındaki avukatlık yaşamı boyunca yazan. ama bunları içinde saklayan yazarın ateşini çalan oğlu olmuş. Oğlunun doğumundan sonra çocuklar için yazma isteği duymuş. Savaş yüzünden yurdundan kopartılan Suriyeli mülteci bir çocuğu anlattığı ilk öyküsünün üzerinde çalışarak roman haline getirmiş. 2015 Tudem Edebiyat Yarışması Birincilik Ödülü’nü kazanan Kuş Olsam Evime Uçsam işte böyle doğmuş. Hicabi Demirci’nin çizimleriyle Tudem etiketiyle basılan kitaba çocuklar ve içlerinde yavru kuş yaşatan büyükler kayıtsız kalmadı ve kitap bir yıl içinde üçüncü basımı gördü.
Ülkemizde milyonlarca Suriyeli mülteci yaşadığı ve ortada bir insanlık dramı olduğu halde, onlara gerçek hayatta olduğu gibi edebiyat ve sanat alanında da kör kalıyoruz. Yetişkin edebiyatında bunlar satmıyor, çocuklar içinse çiçek böcek anlatmak varken fazla netameli konular. Neyse ki Güzin Öztürk, böyle düşünen yazarlardan değil, çocuklara uygun dil ve biçimle olduktan sonra; savaş, ölüm, mültecilik… her şeyin anlatılabileceğini düşünenlerden. Zaten yeni kitabı Ben Bir Hayaletim’le de bir kez daha yüreğindeki ateşi kopartıp insanlara sunmaktan çekinmiyor; otizmli bir kızın hikâyesini anlatıyor.
Mila, annesi babası boşanmış, çok zeki ve sanatsal konularda çok yetenekli olduğu halde konuşmayan, sarılmayan, dokunulmaktan hoşlanmayan, duygularını yansıtmakta zorlanan otizmli bir kızdır. Başlarda hayalet olduğunu düşünür. “Bazen saydam olduğumu düşünürüm. Bana bakarlar, bakışları içimi delip geçer. Mesela, arkamda ağaç varsa o görünür. Ben görünmem ama. Çünkü ben onlara göre yokum, yokmuşum yani. Su gibiyim. Hayır hayır, aslında ben bir hayaletim! Yani öyle olmalıyım. Yoksa niye ben yokmuşum gibi davransınlar ki?”
Mila, okulda arkadaşlarıyla uyum sağlayamayınca ve özel eğitim kurumuna gitmek istemeyince, kurumun uzmanı Melis evlerine gelerek onunla ilgilenir. Diğer çocuklar için mesele olmayan, ‘domates, ambulans, helikopter, bıçak…’ gibi kelimeleri söylemek, kâğıt şeritleri makasla ikiye kesmek hatta fermuar açıp kapatmak ve hatta pipetle su içmek bile Mila için aşılması gereken büyük barikatlardır. Mila, çok çalışarak zamanla ince motor becerilerini geliştirir hem de öylesine geliştirir ki çok güzel resimler yapmayı bile becerir, ama diğer çocuklarla ilişki kurma konusunda hâlâ beceriksizdir. Mila, okulda ve mahallede sorun çıkarttıkça annesi çareyi taşınmakta bulur, ama bu sadece kaçıştır. Her ikisinin de yüzleşmeye ve alışmaya ihtiyacı vardır. Son taşındıkları mahallede duygularını kontrol edemeyerek yanına fazla yaklaşan Cihan’ın burnunu kırar. Aslında ona zarar vermek istememiştir sadece uzaklaştırmak istemiştir.
Adı ‘Kemik kıran’a çıkan Mila olayın üzüntüsünden dolayı aylarca bahçeye çıkmaz. Daha sonra annesiyle yürüyüşleri sırasında bulduğu yavru kedi, diğer çocuklarla arasında köprü olur. Çocukların büyüklerden farkı, küsme ve barışmadaki ışık hızlarıdır. Böylece Mila, yanına yaklaşmalarına hâlâ izin vermese de; Cihan’la, ikiz kardeşler Didem ve Sinem’le arkadaş olur. Sonradan aralarına Toprak da katılır. Hep birlikte mahallenin cadısının peşine düşerek, kaybolan yaşlı insanların ve kargaların sırrına ulaşmaya çalışırlar. Bu maceranın sonunda Mila, korkularıyla yüzleşmeyi ve arkadaş olmayı öğrenirken diğer çocuklar da farklılıklarımızla daha güçlü ve güzel olduğumuzu anlarlar. Mahallenin yaşlılarına ne oldu, kargaların sırrı ne, Mila büyüyünce hayalet olmaktan vaz geçiyor mu??? Bu soruların cevabı kitapta gizli.
Güzin Öztürk, otizmli bir çocuğu; didaktik olmadan, ama satır aralarında pek çok şeyi fark etmemizi sağlayarak, kahramanlaştırmadan -altını ıslatan kahraman olmaz- ama onu olduğu gibi tanımamızı ve sevmemizi sağlayarak anlatmış. Ana hikâyeyi anlatırken araya macera ve merak unsuru katarak keyifli, ama fark ettirdikleriyle okuru dönüştürücü bir metne imza atmış. Satır aralarından yazarın, uzmanlarla ve otizmli çocuklarla görüştüğünü, hayal gücünü, gözlem ve bilgilerle harmanlayarak bu güzel romanı yazdığını anlıyoruz. Yazar, kitabın kapağındaki Gizem Malkoç’un resminde yer alan deniz feneri gibi karanlıkları aydınlatıp ışıktan bir yol açıyor; okura da o yolu takip etmek kalıyor. O yolda karanlıklar olsa da; çocuklar karanlıkla yüzleşirlerse sonunda aydınlığa çıkacaklarını öğreniyorlar.
Altıncı sınıftan itibaren çocuklara önerebileceğim kitaptan düşen elmalardan herkes payına düşeni toplayabilir. Kitaptan kendi payıma otistik değil otizmli demem gerektiğini çıkarttım. Eğitimcilerin payına düşeni Mila anlatsın ama anlarlar mı, onu bilemem: “İnsan, dişlerini fırçalamayı unutabilirdi, kalemini evde unutabilirdi! Ama bir çocuk serviste ya da sokakta unutulabilir miydi? Ben görünmez değildim ki! Tahtaları eksik olanın, beni serviste unutanlar olduğunu düşündüm. Uzun uzun konuşamıyor olabilirim ama düşünebiliyordum. Bir çocuğun serviste unutulmaması, üzerine kapıların kilitlenmemesi gerektiğini anlayabiliyordum. Bunun çok korkunç olduğunu herkes bilebilir diye düşünüyordum.”
(Birgün Kitap, 16.11.2017)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN