Post image
Deliliğin eşiğinde müthiş bir öykü ustası: Guy de Maupassant!

 

Ferda FİDAN

Olağanüstü bir öykü yazarı olarak tanınan Guy de Maupassant’in yazı serüveni aslında sadece 11 yıl sürmüştür. 1880-1891 yılları arasında Paris’in gazete ve dergilerinde 200’den fazla köşe yazısı, 6 roman ve asıl ününü borçlu olduğu, hem gerçekçi hem de fantastik türlerde 300 kadar öykü yazma başarısını göstermiştir. Fantastik türe giren metinlerinde kendi çektiği acılardan yola çıkarak insanın en ilkel korkularını yalın bir biçemle mercek altına alır. Yıllar önce şair dostu Heredia‘ya “Edebiyata bir meteor gibi girdim ve yıldırım gibi çıkacağım” demiş olan Maupassant, beyin kanaması sonucu 5 Temmuz 1893’te 42 yaşında yaşama veda eder.

Normandiya’da doğan Guy de Maupassant (5 Ağustos 1850 – 6 Temmuz 1893) henüz 10 yaşındayken annesi ve babası uzun süren tartışmalar sonunda ayrıldılar. “Garson, bir bira!” adlı öyküsünde yazar ebeveynleri arasında tanık olduğu şiddetli bir kavgayı hatırlar: “Yaşamın öteki yüzünü, kötü tarafını görmüştüm, bir daha da iyi tarafını hiç göremedim.”

Eserlerindeki kederli atmosferin çocukluğunda yaşadıklarıyla bire bir ilişkisi olduğu açıkça bellidir. Annesinin yalnız yetiştirmek zorunda kaldığı Maupassant öğrencilik yıllarının ardından, Paris’te önce denizcilik sonra da eğitim bakanlığında, memur olarak sıkıntılı bir yaşam sürdü. Yazar olmak isteyen genç adam hafta sonları sık sık bir Normandiya kasabası olan Croissefye, annesinin çocukluk arkadaşı Gustave Flauberf’m ziyaretine giderdi. Ünlü yazar öğütleriyle genç adamı bir öğretmen gibi yönlendirerek zamanın önde gelen yazarlarıyla iletişim kurmasını sağladı.

FLAUBERT, TOPARLAK’I1, KALICI BİR BAŞYAPIT OLARAK NİTELER!

Maupassant edebiyat dünyasına 1880’de yayımlanan Toparlak1 ile hızlı bir giriş yaptı. Aynı yıl ölen Flaubert edebi alanda inanılmaz derecede seçici olmasına karşın, öğrencisinin metnini “kalıcı bir başyapıt” olarak tanımlamıştı.

Maupassant’ı üne kavuşturan bu öykü 1870 savaşı sırasında geçer: Prusyalılar tarafından işgal edilen Rouen’dan kaçan 10 kişi bir posta arabasına binmiştir. Aralarında, şişmanlığı nedeniyle “Toparlak” lakabıyla tanınan fahişe Elisabeth Rousset de vardır. Yol uzayıp da herkes acıkmaya başlayınca Toparlak yanında getirdiği bütün erzağmı yol arkadaşlarıyla cömertçe paylaşır. Bu arada Prusyalı bir subay yolcuları bir handa mola vermeye zorlar.

Yolcuların serbest bırakılması için tek şartı vardır: Geceyi Toparlak’la geçirmek. Önce şoka uğramış gibi yapan yolcular, ardından genç kıza baskı yapmaya başlarlar: “Reddetmeniz sadece sizin için değil, tüm yoldaşlarınız için bile büyük zorluklara yol açabilir. En güçlü olanlara asla direnmemelisiniz.”

Toparlak uzun tartışmalar sonucunda subayın iğrenç teklifini kabul etmek zorunda kalır. Genç kadının bu elim fedakârlığı sayesinde serbest kalan yolcular, ertesi gün onunla ilgilenmeden, sabahtan tedarik ettikleri erzaklarını da genç kızla paylaşmamaya özen göstererek Dieppe’e doğru yolculuklarına devam ederler. “Kimse ona bakmıyor, kimse onu düşünmüyordu. Kendisini önce kurban eden, sonra da kirli, işe yaramaz bir şeymiş gibi bir kenara iten o dürüst alçakların aşağılamasında ezildiğini hissetti.” Öykü perişan ve çaresiz Toparlak’in gözyaşlarına boğulmasıyla sona erer.

TUTUCU SINIFLARIN MASKELERİNİ DÜŞÜRÜR, AHLAK ABİDESİ GEÇİNENLERİN İKİYÜZLÜLÜĞÜNÜ YERER!

Böylece Maupassant tutucu sosyal sınıflardan (soylular, burjuvalar, esnaflar, rahibeler) gelen karakterlerin maskelerini düşürür, müptezelliklerini ortaya çıkarır, ahlak abidesi geçinenlerin ikiyüzlülüğünü yerer: Toparlak hor görülen mesleğine karşın yolcuların içinde en dürüst olan kişidir zira savaş koşullarında bir düşman subayla yatma önerisine uzun süre direnerek bunun onulmaz bir şerefsizlik olacağını savunur ve yoldaşlarının bütün safsata argümanlarına direnir.

Ancak rahibeler çiçek hastalığına yakalanmış Fransız askerlerine bakmaya gittiklerini öyle etkileyici biçimde anlatırlar ki Toparlak iğrenç teklifi kabul etmek zorunda kalır: “Ve bu Prusyalı subayın kaprisleri yüzünden yolları kesilmişken şu anda kurtarılma şansları olan çok sayıda Fransız ölebilirdi!”

Maupassant gerçek yurtseverliğin, aslında güç sahiplerince küçümsenen sıradan halkta olduğu fikrini aşılamaya çalışır.
Yazarlığının ilk yıllarında Maupassant çok iyi tanıdığı Normandiya köylülerinin güç yaşam koşulları hakkında da pek çok öykü yazar. Bunların en çok okunanlarından “Aux Champs” (Kırsalda) adlı öyküsünde ikisi de dört çocuklu olan iki çiftçi aile, Tuvaches ve Vallins’ler sefalet içinde yaşamaktadır. Çocukları olmayan varlıklı bir çift Bay ve Bayan d ‘Hubieres, para karşılığında Tuvache’ların tek erkek çocuğunu evlat edinmek ister. Tuvache’nin annesi reddeder: “Charlot ‘yu sana satmamı mı istiyorsun? Bir anneden böyle bir şey isteyemezsin! Hayır, olamaz! Büyük bir adilik bu!”

Sonunda d’Hubieres çifti Vallin ailesinin oğullarından birini evlat edinir. Tuvache’far yoksulluk içinde yaşarken Vallin ailesi varlıklı çiftten aldıkları yüklü maaş sayesinde rahat bir yaşam sürer. 20 yıl sonra Vallin’m oğlu zengin bir yetişkin olarak geri döner ve tüm aile onun dönüşünü coşkuyla kutlar.

Bu arada, evlat edinilmemiş olan Charlot, yaşıtının ne kadar zengin olduğunu görünce tiksinerek zamanında kendisini satmadıkları için anne ve babasına serzenişte bulunur: “Şimdi çekip gitmezsem her gün sizi sabahtan akşama kadar suçlayarak hayatı zindan ederim. Asla affetmeyeceğim sizi!”

Gözyaşları içindeki anne ve babasına “Köylüler!” diye bağırdıktan sonra, kapıyı çarparak gecenin karanlığında yitip gider.

Bu öyle bir metindir ki okuyucu uzun süre düşünmek zorunda kalır: Anne Vallin oğlunu yalnızca para için mi varlıklı çifte bırakmıştır? Yoksa sefalet içinde yaşamaktan kurtulsun ve daha iyi bir geleceğe kavuşsun diye mi? Hangi anne oğlunun mutluluğu için gerçekten fedakârlıkta bulunmuştur?

 

 

HÜMANİST ANALİZLERİYLE MAUPASSANT!

Coşkuyla karşılanan bu öyküler hümanist analizleriyle aslında Maupassanfm daha sonra yazacağı metinlerde de irdeleyeceği izleklerin bir habercisiydi. Bunu aynı temaları derinleştirdiği Bir Hayat2 ve Bel-Ami3 gibi başarılı romanlar izledi.

Maupassant memurluktan istifa ederek, kendini tamamen edebiyata adar ve başarıları sonucunda kendine duyulan büyük ilgiden yararlanarak başkentin en varlıklı insanlarını yakından tanıma olanağı bulur. Metinlerindeki modeller artık Normandiyalı köylüler, memurlar ya da fahişeler değil, gizli tutkularını günyüzüne çıkarmak istediği yüksek sosyete üyeleridir. Bu arada gençliğinde yakalandığı frengi ilerlemiş, her türlü aşırılığa açık yaşamının bir sonucu olarak da epey ağırlaşmıştı. Ruhsal açıdan zayıf düşen Maupassant beyin rahatsızlıklarına ve psikolojiye derin bir ilgi duyuyordu.

Bu yüzden dönemin ünlü psikiyatri uzmanı Doktor Charcofmm Salpetriere hastanesinde verdiği halka açık derslere katılarak olarak incelediği delilik hakkında tıbbi bilgisini genişletti.

Zira yıllar geçtikçe “Gelmiş geçmiş en büyük düş yıkıcısı” diye tanımladığı Schopenhauefm bir mirasçısı olarak insanlığa olumlu gözle bakamayan iyice koyu bir kötümserliğe gömülmüştü. Onun gözünde bir yanda “ne yaptığından habersiz bir Tanrı vardı” bir yanda ise “diğerlerinden neredeyse hiç üstün olmayan bir canavar ” yani insan.
Hastalığının getirdiği korkunç migrenler, mide ağrıları, görme bozuklukları, uykusuzluk, anksiyete gibi artan semptomlara çare olarak çeşitli uyuşturuculara başvurmak zorunda kalan yazar, özellikle çok fazla eter kullandığından halüsinasyonlar görmeye başlar ve fantastik türe giren metinlerinde kendi çektiği acılardan yola çıkarak, insanın en ilkel korkularını ve bunlarla başa çıkabilmek için başvurduğu nafile yolları yalın bir biçemle mercek altına alır:

“O mu? (Lui?) ” adlı öyküsünde, yalnız yaşayan anlatıcı ikizini gördüğü hissine kapılır. Bir akşam evine döndüğünde koltuğunda birinin uyuduğunu görür. Yüreği çarparak yavaşça yaklaşır ve uyuyan kişinin koluna dokunmak istediğinde, koltuğun boş olduğunu fark ederek paniğe kapılır:

“Karşıma korkunç bir tehlike çıkmış gibi geriledim (…) Halüsinasyon görüyordum: bu tartışılmaz bir gerçekti. Ancak zihnim bu süre boyunca berrak kalmış, düzenli ve mantıklı bir şekilde işlemişti. (…) Sadece gözlerim yanılmış ve zihnimi yanıltmıştı.”
Neden ve kimden korktuğunu anlamaya çalışan anlatıcı, bütün araştırmalarına rağmen endişelerinin yersiz olduğunu, evinde kendinden başka kimsenin olmadığını ve olamayacağını kabullenmek zorunda kalır ve tanı yadsınamaz bir kesinlikle ortaya çıkar: “Peki o zaman… Evet, o zaman… kendimden korkuyorum! Korkudan korkuyorum; panikleyen zihnimin spazmlarından, anlaşılmaz dehşetin o iğrenç hissinden korkuyorum.”

Bu fantastik öykülerin en etkileyicilerinden olan Le Horla’da gözlemlerini daha da derinleştirerek deliliği yine yalnız yaşayan bir adamın günlüğü şeklinde anlatır. Anlatıcı gece uyanır, bir bardak su içer, yarısı boş sürahiyi yere koyar ve yatağına geri döner. Kısa bir süre sonra tekrar kalktığında, sürahide su kalmadığını görür.

“Tamamen boştu! İlk başta hiçbir şey anlamadım. Birden öyle korkunç bir duyguya kapıldım ki oturmak zorunda kaldım! (….) Biri o suyu mu içiyordu? Kim? Ben mi? Şüphesiz ben mi? Sadece ben olabilir miydim?”

Bu şizofrenik metin aynı zamanda insanın algısının ötesinde doğaüstü güçler tarafından yönetildiği bir dünya olasılığını da akla getirmekte, Maupassanfm iyice bozulan psikolojisi hakkında da ipuçları vermektedir.

Bir yakınma yazdığı mektupta sağlığından şöyle söz eder: “Başım o kadar feci şekilde ağrıyor ki ellerime aldığımda bana kurukafa hissi veriyor. […] Yıpranmış beynimle, ve hala hayatta olduğum halde, artık yazamıyorum. Gözlerim görmüyor. “

EDEBİYATA BİR METEOR GİBİ GİRDİ VE YILDIRIM GİBİ ÇIKTI!

Son yıllarında artık edebiyattan uzaklaşmış, aklını yitirecek noktaya gelmiştir. Bir akşam ağrılarına dayanamayarak tabancasıyla kendini vurmak ister, ama bunu öngören uşağı mermileri çıkarmıştır. Başaramayınca boğazını kesmeye ve kendini pencereden atmaya kalkışır.

Sonunda dönemin saygın isimlerinden Doktor Blanche’m yönettiği ve daha önce Van Gogh ve Gerard de NervaV’m de tedavi görmüş olduğu Paris yakınlarındaki bir kliniğe nakledildi. Ama artık bütün tedaviler nafileydi zira frengi beyne sıçrayarak, son evresine ulaşmıştı.

Yıllar önce şair dostu Heredia’ya. “Edebiyata bir meteor gibi girdim ve yıldırım gibi çıkacağım ” demiş olan Maupassant, deli gömleği giydirildikten uzun süren sayıklama ve epilepsi nöbetlerinin sonra geçirdiği beyin kanaması sonucunda 42 yaşında, 5 Temmuz 1893’te öldü. ■

1 Toparlak / Çev. Tahsin Yücel / Can Yayınları / 56 s.
2 Bir Hayat / Çev. Birsel Uzma / Oğlak Yayıncılık / 288 s.
3 Bel-Ami / Çev. Can Belge / İletişim Yayınları / 382 s.

(Cumhuriyet Kitap, 03.08.2023)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN