Ferhan BAYIR
“Herkesi endişelendiren zamane sorunlarından bir tanesi de züppece söylenişiyle ‘privacy’, güncel ifadeyle özel yaşamın mahremiyeti meselesi.”
Umberto Eco
Balzac “Çakalların Başı Ferragus” eserinde, burjuvazinin bütün toplumsal değerlerini üzerine inşa ettiği mahremiyet duygusuna yapılan herhangi bir ihlalin insanların hayatlarına nasıl ölümcül felaketler getirdiğini anlatır. Madam Jules bir gece vakti, “ayıp lafların tekrarlanmadığı tek bir duvarı bile olmadığı” Pagevin Sokağı’nda görülür. Kendisini tesadüfen gören, Madam Jules’e saplantı derecesinde aşık, genç Baron Auguste de Maulincour hayatını felakete sürükleyecek merakını bir türlü dizginleyemez: Böylesine soylu, erdemli bir kadın gecenin bir yarısı bu izbe, pis sokakta ne aramaktadır? Yoksul zanaatkârların yaşadığı apartmanda kimi ziyarete gelmiştir? Baron’un ayakları merakını takip eder, Madam Jules’in girdiği dairenin kapısını yavaşça aralar. Aralanan kapıdan atılan ilk adımla Dante’nin Cehennem’ine ayakbasılır. Genç Baron’un yıkımı Madam Jules ile çakalların başı Ferragus arasındaki gizemli ilişkiyi tesadüfen öğrenmesiyle başlar.
Burjuvazi kendi zenginliklerini aşağıdan ve yukarıdan gelecek tehditlere karşı koruyabilmek için toplumu hapsedecekleri keskin, gözeneksiz mekanlar inşa ederken aynı zamanda kendisini güzel odalara, mahremiyetini kıskançlıkla korunduğu yatak odalarına kapatır. Her türlü yakınlaşmaktan, temastan, içtenlikten yoksun burjuva toplumu için mahremiyeti korumak saplantılı bir hal alır. Mülkiyetin en kutsal değer olduğu toplumda, mahremiyetini korumakla insan doğasının kaçınılmaz yakınlaşma içgüdüsü sürekli çatışma halindedir. Balzac aşılamayacak çelişkilerin bu yeni sınıfın arzularında ve korkularında her gün yeniden nasıl ortaya çıktığını çarpıcı şekilde betimler. Madam Jules’in yatak odasındaki mahremiyet duvarlarının yıkılması hem onun ve hem de bu duvarları aşanların hayatına mal olur.
Bugün ise şeffaflık adına özel hayatın medya aracılığıyla bütün toplumun gözleri önünde yaşanmasına Balzac tanık olsa; dünyanın delirdiğini düşünebilir ya da burjuvazinin özel mülkiyeti ile birlikte mahremiyetini de kamusallaştırdığını sanabilirdi. En zengin ile en fakir arasındaki gelir farkının tarihte olmadığı kadar keskinleştiği bugün, özel mülkiyet hiç olmadığı kadar fetişizm unsuru haline gelirken, toplumda mahremiyet duygusunun ortadan kalkması düşündürücüdür.
Umberto Eco da toplumun delirdiğini düşünüyor. “Budalalıktan Deliliğe” kitabında, postmodern toplumda bireylerin kendilerini var edebilmeye çabalarken nasıl birer budalaya dönüştüklerini anlatıyor. Postmodernizm ile birlikte sistem üretimden koparken, var olan üretim de insan ihtiyacından her geçen gün uzaklaşmaktadır. Bireyleri toplumsal hayata bağlayan üretimdir, üretim olmayınca insan toplumsallaşma özelliğini kaybeder. Eco da bu olgunun altını çizer, postmodern toplumda insan sadece tüketicidir: “Herhangi bir referans noktasından yoksun kalan birey için tek çözüm, neye mal olursa olsun bir değer diye kabul edilmek ve tüketiciliktir. Ama bu tüketicilik, kişiye tatmin duygusu yaşatan arzu nesnelerine sahip olmayı hedefleyen değil, sahip olunan nesneleri hızla köhneleştiren bir tüketiciliktir. Ve birey, amaçsız bir doyumsuzluk misali bir tüketimden diğerine koşar.”
Üretici birey kendisini toplumsal hayatta ürettiği şeyle tanımlarken; tüketici birey ise pasiftir, kendini tanımlama sorunuyla karşı karşıyadır.
İnsana bu yeni kimliğini, deli gömleğini, benimsetebilmek için sistemin medya araçlarıyla topluma yeni değerler empoze edilir. Eco’ya göre bu değerlerin başında “görünür olmayı” yüceltme gelmektedir: “Her bireyin bir değer ve kimlik krizi yaşadığı, kendisini tanımlamak için referans noktasını nereden temin edeceğini bilemediği akışkan toplum denen olgu nedeniyle sosyal açıdan onaylanmanın tek yolu, bedeli ne olursa olsun ‘kendini göstermek’ olabilir.”
Kendini göstermenin bedeli ise delirmektir. Eco, bütün ahlaki normları yadsıyan postmodern toplumda bireyi yaşadığı trajedileri anlatır: “Yakın zamanda İtalya’da, vahşice katledilen bir kızın erkek kardeşi, elim vaka nedeniyle basında boy gösterip adı duyulunca Lele Mora’ya başvurarak bu trajik ününden yararlanmak için televizyonda iş talep etti… Görünür olmak ve konuşulmak adına her şey göze alınacak. Büyük immünolog ile baltayla annesini katleden genç, büyük âşık ile gezegenin en kısa erkeklik uzvuna sahip olma yarışını kazanan, Afrika’da cüzam hastanesi kuranla maliyeyi en çok dolandıran aynı oranda ünlü olacak. Bir gün sonra bakkal (ya da bankacı) tarafından tanınabilmek adına her şey mubah hale gelecek.”
Tarih boyunca insanlık, yeni toplumsal değerleri benimserken geçmişten gelen var olan değerlerini kenara bırakmıştır. Bu yenilenme her zaman ilerleme olarak algılanmamalıdır. İnsanlığın geriye gidişlerinde, çürüme dönemlerinde ortaya çıkan yeni değerler dünyayı Kafka’nın Şato’suna dönüştürür. Postmodern toplumla kaybedilen değerin başında utanç duygusunun yitirilmesi gelmektedir: “Şimdi, bu görülme çılgınlığı (ve her halükârda, hatta bir zamanlar utancın simgesi sayılan durumlarda dahi tanınma arzusu) utancın ortadan kalkması sonucu oluşan bir olgudur ya da utanmak pahasına tanınmak baskın değer haline geldiği için utanç hissi yitirilmiştir. İkinci kurama daha sıcak bakıyorum. Görünür olmak, bahis konusu edilmek öylesine baskın bir değer ki, bir zamanlar mahcubiyet (ya da özel alanımıza karşı duyduğumuz kıskanç his) adı verilen erdemden vazgeçmeye hazırız.” Utanma pahasına görünmek en adi suçu bile gösteriye dönüştürmekte, suçlu ise eylemiyle övünmektedir: “Haraç kesenlerin ya da mahallenin üçkâğıtçısının, haberlere çıktığında yüzünde beliren o gurur ifadesine bir bakın. Suçlu, adının duyulduğu o kısa an hapse girmeye değdiği için gülümser. Kelepçelendiği için hayatı mahvolan birilerine rastlamayalı onlarca yıl oldu.”
Utancın yitirilmesiyle mahremiyet duygusu da ortadan kalkar. Burjuvazi soğuk bir kıskançlıkla yüzyıllardır sakındığı mahremiyeti bütün toplumun önüne sermektedir: “İnsanlar gerçekten de mahremiyeti önemsiyorlar mı? Bir zamanlar mahremiyet için en büyük tehdit dedikoduydu ve dedikodudan korkulma nedeni, toplum nezdindeki saygınlığımıza yönelik bir suikast olması ve normalde aile içinde temizlenmesi gereken kirli çamaşırlarımızı göz önüne sermesiydi.”
Burjuvazinin “kutsal aile”si yıkılırken siyasetin kirli çamaşırları da ortaya saçılmaktadır. Ne var ki toplumda utancın yitirilmesiyle birlikte siyasi kayıtsızlık ortaya çıkar. Rüşvet, kamunun zenginliğinin talan edilmesi, yolsuzluklar, seri katil haberleri gibi duyarsızca izlenir. Kelepçelendiği için gülümseyen üçkâğıtçı gibi yolsuzluk yapan siyasiler de parlamento kürsüsünde tebessüm halinde ahlaksızlıklarını bir erdem gibi sunarlar.
Balzac’ın zamanında burjuvazinin yatak odasına göz ucuyla bakmak felaketler getirirken, bugün devleti yöneten siyasilerin, ihtişamlı zenginlerin özel hayatları öğlen kuşağı programlarının konusu olmaktadır. Mahremiyet ortadan kalkmıştır, fakat zengin ile yoksul arasındaki duvar gittikçe aşılmaz hale gelmektedir.
(Aydınlık.com.tr, 10.07.2017)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN