Tuğçe MADAYANTİ ŞEN
Patricia Highsmith’in 1955 tarihli romanı “The Talented Mr. Ripley”den (Yetenekli Bay Ripley) uyarlanan, Amerikan neo-noir türündeki Netflix dizisi “Ripley”i izlemek, Highsmith’in yaratıcı kurgusal karakteri olan Tom Ripley’i daha iyi anlamak için oldukça değerli. Derinlemesine bir karakter çalışması sunarak karakterin psikolojik karmaşıklığını daha iyi anlamamıza yardımcı olacak bir dizi bu.
Önceki uyarlamalardan farklı bakış açısı sunan ve karakterin derinliklerine daha fazla odaklanan dizide karakterin iç dünyasını, motivasyonlarını ve çatışmalarını daha ayrıntılı bir şekilde keşfetmemiz, onun eylemlerini ve kararlarını daha iyi anlamamız mümkün. Ripley’in kusurlu karakterini ve psikolojik durumunu derinlemesine inceleyen tüm Ripley yapımlarının öncülü aslında başrolde Alain Delon’un bulunduğu, romanın ilk uyarlaması olan “Purple Noon” (1960, L’Avventura) filmidir. Ve bu film, 1999 yapımı olan “The Talented Mr. Ripley” filminin de öncülü olarak kabul edilir. Ripley karakteri, her bir uyarlamada farklı bir şekilde ele alınabilir ve her biri karakterin farklı yönlerini vurgulayabilir. Ancak, her uyarlamada ortak olan şey, karakterin karmaşıklığı ve çekiciliğidir. O da bu dizide fazlasıyla var.
Ripley’i tanımak
Tom Ripley, derinliği, onun psikolojik yapısında ve davranışlarında yatmakta olan, Patricia Highsmith’in yarattığı karmaşık ve çelişkili bir karakter. Kendini başkalarının kimliğiyle özdeşleştirme eğiliminde olan bu karakterin temelini, özellikle, zengin ve lüks bir yaşam tarzına sahip olan Dickie Greenleaf’in kimliğiyle bütünleşme arzusu oluşturur. Empati eksikliği yaşayan bir karakterdir ve diğer insanların duygularını veya ihtiyaçlarını anlamakta zorlanır ve bu, onun manipülatif ve duygusuz davranmasına yol açar. Aynı zamanda içsel çatışmalarla dolu bir karakter olan Tom Ripley, hem suç işleme eğilimi hem de sözde suçluluk duygusu arasında gidip gelir. Karakterine derinlik katan bu çatışma romanda kendisini daha çok gösterirken, bu dizide suçluluk duygusunu ayırt etmekte biraz zorlandım. Onun gerçek kimliğini saklamasına ve başkalarını manipüle etmesine olanak tanıyan kamuflaj yeteneği, karakter gelişimi ile ivme kazanır. Özellikle, hikâyenin ilerleyen kısımlarında, suç işleme konusundaki yeteneklerinin ve soğukkanlılığının arttığını görürüz. Bu yetenek gelişimi onun daha karmaşık bir karakter haline gelmesine neden olur. Tom Ripley’in derinliği, yukarıda belirttiğim özelliklerin yanı sıra, Patricia Highsmith’in yazma tarzındaki incelikler ve detaylar sayesinde ortaya çıkmış olduğunu ise hiç unutmamalıyız. Ve bu Amerikalı yazarın stilini biraz daha yakından tanımalıyız.
Highsmith’in roman stili
Psikolojik gerilim türünde öne çıkan yazar özellikle insan doğasının karanlık yönleri konularında karakter odaklı hikâyeleri kaleme alır. Highsmith, genellikle karakterlerin iç dünyalarına odaklanarak, eserlerinde karakterlerinin karanlık psikolojik profilini inceler. Bir adamın sıra dışı bir şekilde bir kadını gözetlemesiyle başlayan ve beklenmedik olaylarla dolu bir hikâye anlattığı “The Cry of the Owl” (1962) – (Baykuşun Çığlığı), Highsmith’in okuduğum beş romanı arasında en iyi profil incelemesi sunduğu psikolojik gerilim türündeki eseri. Diğer romanlarında olduğu gibi yazarın karakterleri suç, takıntı, suçluluk duygusu ve manipülasyon gibi temalar etrafında şekillenir. Ve elbette gerilim unsuru. Highsmith’in eserleri gerilim doludur. Karmaşık karakter ilişkileri, beklenmedik olaylar ve psikolojik çatışmalar, okuyucuları hikâyenin içine çekerek gergin atmosfer oluşturur. Bu anlamda “Strangers on a Train” (1950) – (Trenle Gelen Yabancılar), Patricia Highsmith’in psikolojik gerilim türündeki en başarılı eserlerinden biridir. Tam da bu sebeple 1951 yılında yayımlanan bu roman, dönemin dâhi sinemacısı Hitchcock’un dikkatini hemen çekmiş ve yönetmen onu sinemaya uyarlamaya karar vermiştir. Film, romanın genel hikâyesini takip eder, ancak bazı değişiklikler ve sinematik dokunuşlar ekler. Hitchcock’un filmlerine özgü gerilim ve atmosferi ile Highsmith’in karakterlerinin derinliği ustalıkla birleşir.
Statü sembolü sanat
Tom Ripley’in hikâyesinde bulunan tüm bu derin anlamların dizideki sinematografiye de aşılanmış olduğunu görüyoruz. Ripley’in en ayırt edici ve de döneme uygun yönlerinden biri, yönetmen, yazar Steven Zaillian’ın kullandığı siyah-beyaz paleti. 1960 kışında başlayan ve Highsmith’in birçok öyküsü gibi kara film niteliği taşıyan bir gerilim hikâyesi için siyah-beyaz harika bir tercih olmuş. Siyah-beyazın renkliden daha çarpıcı olabileceğini bizler bilsek de Netflix’in de aynı fikirde olmasına sevindim. Tüm bölümleri yazan ve yöneten Zaillian, dizinin tüm bölümlerini aynı ölçülü tempoda, aynı sessiz, şık anlayışla ele almış. Hatta yönetmen, oyuncularından da benzer bir yaklaşım katmalarını istemiş görünüyor. Tom Ripley’i oynayan yetenekli İrlandalı aktör Andrew Scott’ın gözlerinden hikâyeyi izlemeye başladığınızda ise bölümlerin tadına doyulmuyor. Zaillian’ın roman akışına yaptığı yeni dokunuşlar, Ripley’i daha inandırıcı hale getirirken hikâyenin gerilimini başarıyla korumuş. Örneğin kitapta Ripley kılık değiştirmeye gerek bile duymaz… Ripley’in çekim yerleri rüya gibi; Venedik, Roma, Napoli, Palermo. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde kostümler de mekânlar kadar titizlikle seçilmiş. Zaillian, Roma’daki La Dolce Vita hissinden Palermo veya Atrani’deki daha işçi sınıfı gardırobuna kadar her şeyi kullanmış. Tom Ripley’in Dickie’nin geldiği kültürden gelmiyor oluşunu vurgulayan ve karakterin değişimi ile kültürleşen giyimi bu hikâyede önemli bir yer tutuyor. Picasso’nun kübist dönemine ait tablo hikâyede baş unsur. Kübizmin genellikle bir insan figürünü parçalara ayırmakla ilgili olması, Tom’un üstlendiği farklı kimlikleri tam önümüzdeki kübist tablo gibi parçalanmış olarak gördüğümüzü bizlere hatırlatıyor. Ve Caravaggio! Ripley, “David with the Head of Goliath” başta olmak üzere Caravaggio’nun tüyler ürpertici, dramatik tablolarına hayran. Son bölüm ise bir nevi geriye dönüşle açılıyor. Tom’un hayatındaki başka bir döneme geçilmesi yerine, ünlü İtalyan ressam Caravaggio’nun hayatına bir göz atmak için zamanda 350 yıl geriye gidiyoruz. Caravaggio, birini öldürdükten sonra Roma’dan kaçmak zorunda kalan ve hayatının geri kalanında bunun peşinde koşan başka bir adam. Sanatçı ile seyirci arasındaki ince bağı buradan anlıyoruz.
(Birgün, 13.04.2024)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN