Tuğçe MADAYANTİ DİZİCİ
Ağlanacak halimizle alay etmeye devam edersek en azından belki son nefesimizi kahkaha atarak verebiliriz. O halde Oscar ödüllü Adam McKay’in üstlendiği Don’t Look Up filmi tam size göre.
Senaristliğini ve yönetmenliğini Oscar ödüllü Adam McKay’in üstlendiği Don’t Look Up filmi zeki ve alaycı tonu ile yer yer sinirden kahkahalar atmanızı sağlayacak bir yapım. Aslına bakarsanız son zamanlarda, günümüz dünyasının tüm tuhaflıklarını en iyi anlatabilecek olan türün komedi olduğunu düşünmeye başladım. Ağlanacak halimizle bu şekilde alay etmeye devam edersek en azından belki son nefesimizi kahkaha atarak verebiliriz. Hele ki apokaliptik bir mitolojinin içine hapsolduğumuzu varsaydığımızda, yeraltına giden ölümlüler olarak bu yolu somurtarak gitmekten daha iyidir derim. Ama durun! Aslında belki de bizler zaten, Homeros, Hesiodos, Pausanias, Vergilius gibi antik dönem yazarlarının bizlere ayrıntılıca aktardığı, Hades’in yeraltı dünyasındayızdır. O zaman sonumuz yeraltı dünyasını ziyaret eden ve canlı olarak geri dönmeyi başaran lirik mitoloji kahramanları Aineias, Herakles, Odysseus, Orpheus ve Theseus gibi mi olacak yoksa yeraltı dünyasında cezalandırılan İksion, Sisyphos, Tantalos gibi mi olacak göreceğiz. Don’t Look Up filminin altını çizdiği üzere, gerçeği görmek için göğe bakmamız gerekmesine rağmen bakmamaya devam edersek sonumuz Orpheus’un ikinci gazabı gibi trajikomik bile olabilir.
GÖĞE BAKMADIKÇA
Dünya’yı yok edecek bir kuyruklu yıldızın yaklaşmakta olduğunu keşfeden astronomi lisansüstü öğrencisi Kate Dibiasky (Jennifer Lawrence) ve hocası Dr. Randall Mindy (Leonardo DiCaprio) bu elzem konuda Beyaz Saray’ı uyardıktan sonra, medya aracılığı ile insanlığı da uyarmaya çalışmalarına dair bir öykünün anlatıldığı Don’t Look Up filmi 24 Aralık’ta Netflix’te vizyona girecek. Doğrudan Dünya’ya çarpacak şekilde ilerlemekte olan kuyruklu yıldızı keşfeden bu iki astronomun tüm bilimsel verilere ve net sonuç çizelgelerine rağmen bu sabit tehlikeyi kimsenin umursamaması ile film bugünün dünyasının içinde bulunduğu tüm tuhaflıkları hak ettiği absürt ve aykırı bir mizahla anlatmakta. Beyaz Saray’daki bu ciddi tehlikeyi umursamayan Başkan Orlean (Meryl Streep), onun özel kalem müdürü olan oğlu Jason (Jonah Hill) ve ardından sabah programının büyük medya starı Brie (Cate Blanchett)’nin çarpışmaya sadece altı ay kalmış olmasına rağmen bu gerçeğin inkâr edilmesinde oynadıkları roller filmin komedi dozunu iyice arttırmakta. Ancak bu artan dozun en komik ayağında ise sosyal medya bağımlısı toplumun trajikomik tepkileri oluşturmakta.
HÜZÜNLÜ BİR KEYİF
Filmin alt metninde yer alan iklim krizi konusuna da el atan bu filmin altını çizdiği en önemli mesele ise günümüzde artmış ve hâlâ artmakta olan bilim karşıtları ve bilim insanlarına saldıranlar. Filmin mizahi tonunun ve birbirinden ünlü oyuncuların büyük oranda doğaçlama kokan komedi performansları o kadar başarılı ki, bu denli büyük ve ciddi konuları komik bir şekilde seyirciye sunarak gerçeklere bu tarzda dikkat çekmeyi başarmaktalar. Üstüne üstlük içinde bulunduğumuz sürece dair utanç verici tepkileri de gözler önüne sermekteler. Filmin özellikle ilk bölümündeki yergi ile son dakikalarındaki ürkütücü mesajına bayıldım. Filmin geri kalanı ile ilgili eleştirim, öyküsündeki hükümet, bilim, medya, sosyal medya dörtgeninde yer alan çok karakterli yapıdan dolayı film biraz fazla yük yüklenmişti. İki finali bulunan filmin jenerik öncesindeki, öykünün esas finali ise uzun yıllardır beklediğim şekilde sonlanınca hüzünlü bir şekilde keyiflendim ve kocaman bir “Ah be! Şerefe!” dedim içimden. İzleyince göreceksiniz o masada bizler de varız, bilime inanan, doğaya, hayvana, insana, kimliklere saygılı, hakikatin peşinde adaleti savunanlar olarak.
MARY SHELLEY’DEN BERİ
Bugün, popüler kültürü de içerisine yerleştirerek toplumları, kimlikleri, devlet politikalarını varoluşsal açıdan irdeleyen bir araç olarak görmeliyiz apokaliptik fikrini. M.Ö. 7’nci yy.’dan itibaren ortaya çıkmış olan Dünya’nın sonunun geldiği düşüncesi, kutsal kitaplarda da yerini almış bir olgu.
Bugünden baktığımızda ise iktidarların sürekliliğini sağlama çabası içerisinde harmanlanan ‘toplumsal çöküş’ün belirtilerinin sömürülmesi ve toplumu kontrol altında tutma mekanizmalarının tam güç çalıştırılması durumu aslında günümüz için başlı başına apokaliptik bir durum. Bu çöküş dediğimiz çatının altında, Mary Shelley’nin 1862’de, gotik edebiyata özgü bilimkurgunun alt türü olan apokaliptik edebiyat örneği Son Adam (The Last Man) ve Viktorya dönemi İngiliz doğa yazarı Richard Jefferies’in 1885’te yazdığı Londra’dan Sonra (After London) romanı ilk örnekler olarak sayılabilir. Bugün ise apokalı̇psı̇n çağdaş yorumları arasında birinci sırada iklim krizi, küresel ısınma, salgın hastalık, vb. gibi durumlar ile bağlantılı olarak “doğanın acımasızlaşması” yer almakta. İkinci ve üçüncü sıradakilere ise zamanı geldiğinde tekrar değiniriz.
Diyeceksiniz ki yine filmden az bahsettin. Haklısınız. Çünkü bugünü düşündüğümde, hissiyat olarak kendimi Aristophanes’in Hades tanımındaki gibi “derin bir çamur ve sürekli pislik” içerisinde hissetmekteyim. Madem öyle T.S. Eliot’ın “Kof Adamlar” (Hollow Men) şiirinin şu satırlarıyla bitireyim: “…Böyle gelecek dünyanın sonu. Patlamayla falan değil, bir iniltiyle.”
(Birgün, 18.12.2021)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN