Post image
Bir muhteşem kitap: MÜBADİL

maxresdefault

 

Gülenay BÖREKÇİ

Lozan Anlaşması sonrasında Türk-Yunan mübadelesini tarihi arka planına yerleştirip, bunun üzerinden bir aşk dramı anlatmış Handan Öztürk.

Kitap ilk sayfasından itibaren, sürükleyici,dramatik ve hüzünlü. Romanı okurken kahramanların yeniden nasıl bir araya geleceklerini sabırsızlıkla beklerken, mübadelenin her iki ülke insanları üzerinde yarattığı korkunç acılara da tanık oluyorsunuz. Beni aşk hikayesinden çok, asıl etkileyen de bu dram oldu.

Tarihi bilgileriniz ile mübadele olayını ne kadar bilseniz de, bunun yarattığı dramı kitabı okurken yüreğinizde de hissettirmeyi başarıyor yazar.

Kitap 606 sayfa, ancak soluksuz bir merakla, tutkuyla okunuyor, kitabı bitirdiğimde bu hikaye kesinlikle sinemaya da taşınmalı diye düşündüm.

“Buradan Yunanistan’a 1 milyonu aşkın mübadil gitti, oradan buraya da 400 bin civarında geldi. Yani yaklaşık 1 buçuk milyon insanın hayatı alt üst oldu. Yunanistan’da toprak az, yoksulluk fazla. Bu nedenle bataklıklarda bile çadır kentler kuruldu. Büyük opera binalarının localarına aileler yerleşti. O dönemin fotoğrafları var. Bu fotoğraflardan birini ilk kez 10 yıl önce gördüğümde gerçek hayatın kendisini ancak bu kadar trajik sergileyebileceğini düşünmüştüm. Trajedinin gösteriyle tuhaf bir biçimde buluşması karşısında insanın kalbi iki kez burkuluyor galiba…”

mubadil-artemis-egoistokur-gulenay-borekci-438x243

Handan Öztürk, röportajımızda mübadeleyi ayrıca anlattı. Mübadele sonucunda vatanını terk edip Türkiye’ye gelmek zorunda kalmış bir ailenin üyesi olduğum için söyledikleri beni çok etkiledi. Babaannemin hikayesini bir Sezen Aksu yazısında azıcık anlatmıştım zaten. Sizin de varsa buna veya bu topraklarda yaşanan başka trajedilere dair hikayeleriniz varsa, okumaya hazırım.

“İçindeki güç yolculuğuna çıkan hiçbir insanın hikayesi yarım kalmaz.”

Mübadil‘e kendinizden, hayatınızdan, deneyimlerinizden neler kattınız?

Mübadil bir aileden gelmiyorum. Ama zaten romanım iktidarların çıkar uğruna insanları nasıl acımasızca savurduğunu anlatıyor. Bu açıdan bakıldığında yakın tarihin en büyük savrulmalarından biri sayacağımız Dersim katliamının hayatımdaki yeri çok büyük. Çocukluğumdan bu güne kadar Dersim katliamına ilişkin çevremde binbir mesel anlatıldı. Onları korku masalı tadında dinlediğimi hatırlıyorum. Sonra tanık olduğumuz savaşlar geldi… Düşünüyorum da birinci ve ikinci dünya savaşından daha kalleşçe ve daha yaygın bir paylaşım savaşını şimdi yaşıyoruz. Yaşamım boyunca savaşa tanığım. Savaşın savurduğu kadınlarla çok karşılaştım. Halepçe katliamından kaçan Kürtler, günümüzde köşe başında karşılaştığımız Suriyeli aileler, Iraklılar ve pek çok kez başlarına gelene tanık olduğumuz Filistinliler… Farklı zamanlarda ve yerlerde yaşanan savrulmaların kadınları, erkekleri, çocukları, gençleri… Bugün önünden geçtiğim her Suriyeli kadının gözlerinde roman kahramanım İra’yı görüyorum. Televizyonda rastladığım haykıran her Filistinli kadının çığlığında da İra var…

Romanınız da kadın karakteri merkez alarak ilerliyor…

Az önce sözünü ettiğim kadınların önünden geçerken hiç birine acınacak, zavallı insan olarak bakmıyorum. Zira onların kat ettiği yolculuğun ne denli çetin olduğunu, ne tür zorlu savaşlar verdiklerini biliyorum. Köşe başlarında dilenirken gözlerine bakmaya da utanıyorum. Birçok konforun içindeki “ben” ne kadar zayıfsa, onlar o kadar güçlü… Zayıflığı ve gücü koşullar ortaya çıkartır. O kadınlar, bizim farkında dahi olmadığımız güç kuyularını keşfedip bundan beslenerek yeniden doğmaya çalışıyor. Mübadil‘deki İra da çok güçlü. Daha doğrusu ben güçlü kadınları yazmayı tercih ediyorum, vıcık vıcık bir duygusallıkla trajediyi sağmayı değil! İra on kere öldü ama on kere yeniden doğdu. Çünkü içindeki çeşitli nedenlerden ötürü üstü kapalı olan güç kuyularını tek tek keşfetti. İçindeki güç yolculuğuna çıkan hiçbir insanın hikayesi yarım kalmaz.

Mübadele’de her şey nasıl başlamıştı?

Ulus devletin ve milliyetçiliğin tepe yaptığı yıllardı. Bugün bütün dünyayı tek bir pazar potasında birleştirmeye çalışan emperyalizm, mübadele yıllarında, piyasaya “parçalayarak” hakim olabiliyordu; birleşik krallıklar, sultanlıklar vardı. Tek kişinin ya da sayılı otoritelerin iki dudağı arasında ve oldukça kaygan olan anlaşmalar, ivme kazanmış kapitalizm için ciddi bir istikrarsızlık yaratıyordu. Bu nedenle emperyalizm önce böldü. Bu bölünmeden en büyük payı da Osmanlı İmparatorluğu aldı. Ancak çok sancılı oldu. Zira ulus devlet stratejisine bağlı olarak milliyetçilik dalga dalga yayıldığından Türk, Rum, Ermeni gibi ayrımlar bir anda su yüzüne çıktı. Özellikle Yunan ordusunun çekilirken başta İzmir olmak üzere birçok şehri yakıp yıkarak çekilmesi, önüne geleni öldürmesi düşmanlığı daha da biledi. Savaşa katılmayan geniş çoğunluk için hayat ister İstanbul’da isterse Kapadokya’da ya da Ordu’daki bir dağ köyünde olsun, kardeşçe devam ediyordu. Ancak ucuz hammadde almak ve bir an önce mallarını satmak isteyen emperyalistler ortalığın yatışmasını istiyor, daha önce körükledikleri husumetin bitmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Zira satış yapamıyorlardı. Türkiye ve Yunanistan arasında uç boyutlara varmış husumetin devam edeceğinden ve piyasaya istikrarsızlık getireceğinden korkuyorlardı. Bu nedenle Lozan Anlaşması’nda neredeyse sürpriz bir karar olarak mübadeleyi dayattılar. Ancak bu strateji halka maalesef Müslüman-Rum düşmanlığı ekseninde anlatıldı ve yine maalesef bugün de bu hâlâ böyle okunuyor. Çünkü bu tür kavramlar üzerinden gelişen düşmanlıklar çok kullanışlı ve pratik… Risk payı sıfır bir propaganda yani.

handan

Yerlerinden edilen ve bilmedikleri topraklarda yaşamaya, oralarda yeni hayatlar kurmaya mecbur edilenlerin yaşadıklarından söz eder misiniz? Ege’nin her iki kıyısında da nice hayat darmadağın oldu…

Bana bir gün 600 sayfalık bir kitap yazacağımı söyleselerdi buna asla inanmazdım. Ama mübadelede yaşananlar değil altı yüz sayfa, altı bin sayfa bile anlatılır. Zaten Çağdaş Yunan edebiyatının da en önemli temasını oluşturur. Binlerce kitap, roman öykü ve film vardır. Onlar yüzleşmişlerdir bu konuyla. Bir de buradan gönderilen Rumlar çok daha trajik bir hayatın içine düştüler. “Kaynayan bir kazanın içine düştüler” desek daha doğru olur. Zira o dönemde Yunanistan’da kralcılar, faşistler ağırlıktaydı. Üstüne üstlük bir de iç savaş başladı. Gidenlerin sayısı oradan Türkiye’ye gelenlerden neredeyse üç kat fazlaydı. Buradan oraya 1 milyonu aşkın mübadil gitti, Yunanistan’dan da buraya 400 bin civarında geldi. Yani yaklaşık 1 buçuk milyon insanın hayatı alt üst oldu. Yunanistan’da toprak az, yoksulluk fazla. Bu nedenle bataklıklarda bile çadır kentler kuruldu. Büyük opera binalarının localarına aileler yerleşti. O dönemin fotoğrafları var. Bu fotoğraflardan birini ilk kez 10 yıl önce gördüğümde gerçek hayatın kendisini, ancak bu kadar trajik sergileyebileceğini düşünmüştüm. Trajedinin gösteriyle tuhaf bir biçimde buluşması karşısında insanın kalbi iki kez burkuluyor galiba…

Peki ya oradan buraya gelenler?

Onlar daha şanslı. Çünkü gidenler gelenlerden çok fazla… Bölüşülecek mülk de daha fazla… O dönemde İzmir İktisat Kongresi’yle birlikte bir kangren gibi yayılan zengin olma hayali esnafı ve okur yazar takımını ele geçirdi ve giden Rumların mallarına bin bir dolapla el koymasına yol açtı. Hatta bizdeki burjuvazinin ilk sermayesini de bu yağmalanan mallar oluşturdu. Her dönüşüm yeni bir yağmayı birlikte getirir zira… Bu nedenle Anadolu’ya gelenler de esas olarak perişanlık, sefalet ve yabancılık yaşadılar.

“Ailem talana katılmak yerine Rumların kaçmasına yardım etmiş, onlarla gurur duyuyorum.”

Mübadil‘i nasıl yazdınız, okuma ve araştırma anlamında hazırlık süreci nasıl geçti?

Bana yayınevinden bu konuyla ilgili yazma teklifi gelmeden 1 yıl önce aynı konuyla ilgili bir belgesel çalışması yapmıştım. Türkiye’de Ordu, Yunanistan’dan da Selanik, Drama civarlarında yaklaşık yüze yakın insanla görüşmüş ve konuyla ilgili belki de bütün literatürü taramıştım. Bu nedenle alt yapı çok hazırdı. Esasında şimdi düşünüyorum da galiba bütün romanlarım bir belgeselden sonra ortaya çıktı. Sanıyorum 30-40 dakikaya sığdırılmayacak kadar çok biriktiriyorum. Belgesel formatına sığamayan izleklerim, duygularım, kırılmalarım bir süre sonra beni yiyip bitirmeye başladığında oturup onları romanlaştırarak ruhsal bir onarım sürecine giriyorum. O zaman bütün o gezip gördüğüm, okuduklarımı, tanık olduklarımı tam olarak içselleştirdiğimi hissediyorum. Öteki türlü sadece profesyonel bir aktarım olarak kalıyor ve bende inanılmaz bir boşluk yaratıyor.

Mübadele dönemini hatırlayanlarla konuşabildiniz mi?

Birinci kuşak mübadil çok az kaldı. Üç dört kişiyle konuştuk. Ancak onların gözyaşlarıyla, anılarıyla, memleket özlemiyle büyümüş ikinci ve üçüncü kuşakla daha çok görüşebildim. Ailem mübadeleden etkilenen bir aile değil . Ama şu ya da bu biçimde savrulmuşlara her zaman koşmuş bir aile. Talana katılmak yerine kimini kadın kılığında çok uzaklara kaçırmış, kimini ambarda saklamış ve canlarını kurtarmış. Onlarla gurur duyuyorum.

(Habertürk)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN