TUĞÇE MADAYANTİ DİZİCİ / tugcemadayanti@gmail.com
Lee Daniels’ın “The Butler-Başkanların Hizmetkârı” filmi izleyiciyi Siyah Amerikalı Cecil’in hikâyesi ile 1926’ların pamuk tarlalarından Obama’nın seçimi kazandığı 2008 yılına kadar götürüyor. Bu geniş zaman dilimi içinde mercek altına alınan, siyahilerin Amerika’da yaşadığı eziyeti ve onların kendi hakları için verdikleri savaşa şahit oluyoruz.
Filmde Vietnam öncesi ve sonrası, Kennedy suikastı, Malcolm X suikastı, Kanlı Pazar olayı, Martin Luther King’in öldürülmesi, Siyah Panterler hareketi gibi hadiseler kronolojik sıra ile izleyiciye sunuluyor. Tüm bu olaylarla beraber Amerikan başkanları ve başkanların yönetim politikaları ile değişen konjonktür net bir halde okunabiliyor.
Bu değişen süreci, Oskar ödüllü Forest Whitaker’ın canlandırdığı Cecil karakteri ile takip ediyoruz. Kendisi Georgia’da pamuk tarlalarında köle bir çocuk olarak hayata başlıyor. 1957’de Dwight D. Eisenhower yönetimi zamanında Beyaz Saray’da hizmetkâr olarak çalışmaya başlayan Cecil, 4’ü Cumhuriyetçi, 3’ü Demokrat kanattan olan toplamda 7 Amerikan Başkanı’na hizmet ediyor.
CECİL VE LOUİS
Siyah Amerikalıların vatandaşlık hakları için verdikleri amansız ve kanlı mücadelelerle dolu olan hikâyesini hem Cecil’in hem de oğlu Louis’in (David Oyelowo) hayatına odaklanarak anlatıyor. Babasının aksine ırkçılığa karşı tüm siyahi hareketlerin başından sonuna hepsinde aktif olarak yer alan oğlu Louis ve hayatı boyunca başkanlara hizmet eden babası elbette ki iki farklı hikâye örgüsü ortaya koyuyorlar.
Louis’in siyahi eylemleler için meselenin esas göbeğine yani ırkçılığın bütün şiddetiyle devam ettiği Güney eyaletlerine gitmesi ile onun serüvenine başlıyoruz. Louis’in katıldığı ve o unutulmaz “1960 Nashville Oturma Eylemi”nden ve dönemden kısaca bahsetmekte fayda var. Bu eylem güney eyaletlerinde siyahilerin, normalde oturmalarının yasak olduğu bir restorana gidip sadece oturmaları ve sonuna kadar pasif, barışçıl olarak eylemi sürdürmelerinden ibarettir.
Martin Luther King etkili bu barışçıl eylemler ülkede yayılır ve pek çok yerde tekrarlanır. Ülkede bir telaştır kopar, ancak dönemin ABD Başkanı Eisenhower, unutulmayacak cesur bir konuşma yapar ve der ki: “… Anayasa’da teminat altına alınan eşitlik hakkı için mücadele eden herkese sempati duyarım.’’
Yani başkan, siyahi gençlerin başlattığı ve “Greensboro Dörtlüsü’’ diye anılan mücadelelerine açıkça destek vermiş olur. Ancak Martin Luther King’in öldürülmesi ve Ku Klux Klan’ın (siyahi karşıtı ırkçı gizli örgüt) vahşi ve kanlı saldırılarından sonra pasif direnişten uzaklaşılır, eylemler radikalleşir ve siyahi güç hareketi olan “Siyah Panterler”e kadar gelinir.
BEYAZ ELDİVENLİ SİYAH ELLER
Cecil’in tutunduğu “Bizim iki yüzümüz var. Biri sahip olduğumuz yüz, diğeriyse beyaz adamlara göstermemiz gereken yüz” sözü onu bu kadar eylemsiz yapmaya yeter mi? Malcolm X’in 16 kere göğsünden vurulduğunda sessiz kalmasını, Martin Luther King’in boğazından vurulduğunda hayatına sakince devam edebilmesi, rahatsız edici değil mi? Bu sorunun cevabı net değil. Cecil’in tüm bu vahşet içinde hayatını çok başarılı bir hizmetkâr olarak tamamlaması hayranlık duymamız gereken bir şey mi? Yoksa böylesi bir istikrar büyük bir başarı mı? Hiçbir olayda tepki vermeyen Cecil, Ronald Reagan’ın Güney Afrika’ya ekonomik yardımı reddetmesinin ardından istifa etmesi ile bize bir şey mi demeye çalıştı?
Bu sene Hollywood’da “12 Years of Slave-12 Yıllık Esaret”, “The Butler-Başkanların Hizmetkârı” ve “Fruitvale Station” olmak üzere üç siyahi temalı film çıktı. İkisi geçmişe giderek hikâyelerini anlatırken, siyahilerin Amerika’da şu an hâlâ neler yaşıyor olduğunun sorusunun cevabını gerçekten veren “Fruitvale Station-Son Durak” oldu.
(Birgün, 2.6.2014)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN