İpek CEYLAN ÜNALAN
Türkiye’de ilk baskısı 300 bin yapılan ilk yazar unvanını aldı Ahmet Ümit yeni polisiyesi “Kırlangıç Çığlığı”yla. Başkomiser Nevzat bu kez sabıkalı çocuk istismarcılarını öldüren bir seri katilin peşine düşüyor ama asıl peşine düştüğü şey; Türkiye’nin ve aslında insanlığın kanayan yaraları.
Türkiye’de kitap okunmuyor diyenlere en güzel cevabı, 300 bin adet basılan ilk kitap olan “Kırlangıç Çığlığı”yla Ahmet Ümit verdi. Bir önceki kitabı “Elveda Güzel Vatanım” (2016) 250 bin adet basılmış, ardından tekrar tekrar baskı yaparak toplamda 420 binlik satış rakamına ulaşmıştı. 2013’te yayımlanan “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”nin ise ilk baskısı 100 bin adet yapılmış, yeni baskılarla birlikte kitap toplamda 450 bin adet satılmıştı. Ahmet Ümit’in çok satmasının sırrını “gerçek, samimi ve yalın” olması olarak açıklayabiliriz ancak, elbette sadece bunlarla sınırlı değil.
Gelelim son romanı “Kırlangıç Çığlığı”na. Bu roman Ahmet Ümit’in edebiyat serüveninde çok ayrı bir yere sahip olacak diyebiliriz. Zira roman, toplumumuzun kanayan ve kanaması ne yazık ki şiddetle devam eden sorunlarını tüm çıplıklığıyla ele almakla kalmayıp, sorunun temeline inmenin gerekliliğe vurgu yapıyor. Ne mi o sorunlar? Çocuk istismarı, insan ve organ tacirliği, Suriyeli mültecilerin akıl almaz dramları…
Romanda Başkomiser Nevzat ve ekibi, sabıkalı çocuk istismarcılarının sağ kulaklarını keserek, enselerinden tek kurşunla vuran ve cesetlerini gözleri kırmızı kadife bir kumaşla bağlı bir şekilde anaokul, çocuk parkı, okul bahçesi gibi yerlere bırakan Körebe lakaplı bir seri katilin izini sürüyor. Bu seri katil, her cinayet sonrası cesedin yanına bir oyuncak bırakıyor. Roman temelinde, çocuk istismarı, organ tacirliği ve Suriyeli mültecileri dert ediniyor. “Dünyada yolunda gitmeyen şeyler var. Bir çocuk tacize uğruyorsa o çocuğu taciz eden kadar biz de suçluyuz. Buna göz yummuşuz, böyle bir kültür yaratmışız, böyle bir kültürün gelişmesine izin vermişiz. Hepimiz suçluyuz ve bunun için ne yapabiliriz ona bakmak lazım” diyen Ahmet Ümit’le Pera Palas’ta buluştuk, hem “Kırlangıç Çığlığı”nı hem de romana konu olan temalar üzerine konuştuk.
“Kırlangıç Çığlığı”nda çocuk istismarı, organ tacirliği, Suriyeli mülteciler meselesi başrolde. Dünya nasıl böyle bir yer haline geldi ya da kitaptaki bir diyalogdan hareketle aslında dünya hep mi böyleydi?
Bence asıl mesele, “insanı” değerlendirmedeki yanlışımız. Yaşadığımız korkunç, ahlaksız ve kepaze problemlerin temelinde aslında “insan” var. İnsanoğlu var olduğu günden bugüne dünyaya zarar veriyor, canlıları yok ediyor hatta kendi türüne bile zarar veriyor. Biz ise hala “insan iyidir, akıllıdır, yaratıcıdır” demeye devam ediyoruz. Oysa bizim türümüzde bir sorun var. İnsanda bir sorun var. Sorunu içimizde aramıyoruz.
Benim yazar olarak görevim, güncel sorunlardan yola çıkarak, insana yakıştırılan olumlu yalanları ortadan kaldırmak, bir insanı bütün gerçekliğiyle ortaya koymaktır. Peki son dönemde mi insan bozuldu? Elbette hayır. İnsan hep bozuktu. Tarihin akışına baktığımız zaman öyle vahşi işler yaptık ki, öyle korkunç şeyler yaptık ki… Akıl alır gibi değil. Mağaralarda yaşadığımız dönemde değil diğer canlıları, öteki insanları yiyorduk biz. Ama bunların hepsini kahramanlıkları ön plana alarak gizledik. Başarılarımızla gizledik. Irkımızla gizledik, dinimizle gizledik. Ama herkes bunu yaptı, sadece kendi toplumumuzdan bahsetmiyorum.
Niye gizleme gereği duyduk? Gizlemeseydik böyle olmayabilirdi belki de.
Evet. Ama bunun için bir olgunluk gerek. Rönesans’ı düşünün. Rönesans olumlu bir harekettir. Ama orda da bir yanlış var. Çünkü “insan iyidir, güzeldir, akıllıdır” diyor. Değil. Çirkin olan kim? Cinayetleri işleyen kim? Bu akılsızlığı yapıp yeryüzünü yok eden kim? Biziz. Bugün artık öyle bir durum oluştu ki her yere ulaşabiliyorsunuz. Örneğin bir olay olduğu zaman, kadın cinayetleri ya da çocuk tacizleri, hemen duyulup yayılabiliyor. Ya çocuk gidip birine söylüyor ya da bir şekilde sosyal medyada kulaktan kulağa yayılıp kamuoyu oluşabiliyor. Medeniyet denen şey ilerliyor belki ama insan özünde iyi bir yere doğru gitmiyor.
Empati yeteneğimizi kaybettik
“Vicdanını yitirmiş bir toplumdan başka nedir ki cehennem?” diyorsunuz kitapta. Haklısınız da. Öldürülme vakalarına, istismara, kaçakçılığa, organ ve insan tacirliğine karşı o kadar alıştık ki, duyarsızlaştık hatta… Sizce zihinlerimiz nasıl bu kadar alıştı bu gibi durumlara?
Günümüzde ırkçılık yükseliyor, insanlar öteki dindekileri reddetmeye başlıyor. Dünyanın her yerinde durum böyle. Avrupa’da da ırkçılık yükseliyor. Demokrasiden uzaklaşıp otoriter, totaliter liderleri benimseme dönemi başladı. İnsanoğlunun aklı tutulmuş vaziyette. Dünya böylesine karışmışken, bu vakalar da artıyorken insanlar da nasibini bu şekilde aldı.
Çok yozlaştık. Dolayısıyla bir yazar olarak benim görevim bunu açığa çıkarmak. Çünkü ben özünde “insanoğlunu” ele alıyorum. “Çağın sorunlarını nasıl açığa çıkarabilirim?” sorusundan hareketle bir şeyler üretmeye çalışıyorum. Bu sorunları da öncelikle ülkemde yaşanan sorunlardan yola çıkarak açığa çıkarabilirim diye düşünüyorum, o yüzden Türkiye’de kanayan yaralara odaklanıyorum. Çünkü genelden evrensele gitmek zorundayım. Ülkemde her gün -ben çok azını yazdım- bir taciz vakası gündeme oturuveriyor. Her gün çocuklara yapılan tacizi görüyoruz, tecavüzleri duyuyoruz. Kadın cinayetlerini görüyoruz. Suriyelilerin dramına bakın. Evet, bizim insanlarımız da zengin değil ama bu insanlar ellerinde olmayan sebeplerden dolayı Türkiye’ye geldiler. Onlara nefret beslemek kadar yanlış bir şey olamaz. Kızacaksanız onları getirenlere kızın. Suriyelilerin ne suçu var? İnsanın en önemli özelliği, empati kurmaktır. Ne yazık ki biz empati yeteneğimizi kaybettik.
“Kırlangıç Çığlığı”nın üslubunu oldukça sert buldum. Lafı dolandırmadan, yumuşatmadan anlatıyorsunuz ve gerçekleri tokat gibi çarpıyorsunuz okura.
Hemen hemen hepimiz şahane evlerimizde oturuyoruz, yemeklerimizi yiyoruz, maskelerimizi takıp ne kadar güzel yaşıyoruz, değil mi? Değil. Dünyada yolunda gitmeyen şeyler var. Bir çocuk tacize uğruyorsa o çocuğu taciz eden kadar biz de suçluyuz. Buna göz yummuşuz, böyle bir kültür yaratmışız, böyle bir kültürün gelişmesine izin vermişiz. Tacizi yapana ya da sadece zulme uğrayana “Aman onlar da çok kötü” diyerek işin içinden çıkamayız. Hepimiz suçluyuz ve bunun için ne yapabiliriz ona bakmak lazım. Kitabı okuyanların kendilerine “Acaba benim içimde bir tacizci ya da bir katil var mı?”sorusunu sormalarını istiyorum. Ama “Yok” diyip işin içinden hemen sıyrılmamalılar. Nihayetinde tacizci de katil de bir “insan”. En önemli husus, insanın kendini doğru tanıması ve tanımlayabilmesi.
Romanda insanın tüm kötülüklerinin çocukluğunda yaşadığı, tanık olduğu ya da “yaşamak zorunda bırakıldıkları olduğuna vurgu yapıyorsunuz. Sayfalar ilerledikçe bunun ne kadar doğru olduğuna da tanık oluyoruz. Çocukluk geleceği şekillendirmede ne derece etkin?
Çocukken tacize uğrayanların bir kısmı içine kapanıyor, bir kısmı başkasını taciz ediyor, bir kısmı ise – çok nadir olarak- Körebe gibi, seri katile dönüşebiliyor. Ama o yara hiçbir zaman tam olarak kapanmıyor. Bu da beraberinde mutsuz insanları, mutsuz aileleri getiriyor. Benim asıl meselem, empati duygusu oluşturmak. “Cinsel açlık kalksa bu sorun çözülür” demek eksik kalıyor. Kültürü değiştirmek, empati ve sevgiyi ise yitirmemek gerekiyor.
Şimdi Mars’a gidiliyor. Mars’a gidilecek çünkü başka çaremiz kalmadı. Bitiyor dünyada hayat. Biz hala oturmuşuz küçücük çocukları taciz eden sapıkları konuşuyoruz. Bir romancı olarak bu meseleyi gözler önüne sermek gibi bir amacım vardı ve bunu yaptım. Başka bir polisiye de yazabilirdim. İçinde hiçbir problemin olmadığı, mesela Pera Palas’a gelen zenginlerin olduğu bir roman yazabilirdim. Ama ben bir romancıyım; içinde bulunduğum dünyanın sorunlarını dile getirmek benim en büyük görevim.
Bir cinsel istismar olayı patlak verdiğinde gözler cezalara, yaptırımlara çevriliyor ve yetersiz olduğu söyleniyor. Çocuk istismarı konusunda ise hadım yasası gelsin deniyor. Cezalar sizce yeterli mi?
Cezayla ilgili Nietzsche’nin güzel bir lafı vardır; “Ceza insanı eğitmez, evcilleştirir” diyor. Meselenin temeline inmemiz gerekiyor. Bir insan, yetişkin bir erkek ya da yetişkin bir kadın ama daha çok erkekler; küçük bir çocuğu niye taciz eder? Ya da bir başkasını niye taciz eder? Buna dönüp bakmak lazım. Mesela bizim gibi ülkelerde cinsel devrim tamamlanmamıştır. Açlık var. Düşünün; hastasınız, “ben hasta değilim” diyorsunuz. Ama bunun sonu yıkım getirir. Tacizci, sapık, katil dediğin canlılar birer “insan”. Bu demek oluyor ki, insanın içerisinde böyle bir güdü böyle bir eğilim olabilir. Dolayısıyla bunu yakalamak ve bunu eğitmek şart. Kültür, doğru eğitim, doğru cinsellik, cinsel açlığın ortadan kaldırılması… Bütün bunların hepsi birleştiğinde yine tamamen ortadan kalkmaz ama çok aza inebilir. Ama bizim gibi ülkelerde baskı dönemlerinde cinselliğin yasaklandığı, kadının tabu olduğu, cinselliğin konuşulmasının bile yasak olduğu dönemlerde ne oluyor? Sapıklıklar her alanda patlıyor. Bunu bir insanlık meselesi olarak ele almak gerekiyor. Çünkü insan, doğduğu zaman insan olmuyor. İnsanlaşma süreci başlıyor. Burda kilit olan, doğru eğitim almak ve doğru yaşam biçimine sahip olmak.
Mülteci kamplarında kalan ailelerin dramını da gözler önüne seriyorsunuz. Orada yaşamak zorunda kalan mültecilerin “yaşamak zorunda bırakıldıklarına” özellikle vurgu yapıyorsunuz. Mültecilerin durumunu nasıl değerlendirirsiniz?
Biliyorsunuz ben Antepliyim. Antep’te 600-700 bin belki de daha fazla Suriyeli var. Antepliler iki bin liraya çalışıyorsa bu insanlar bin liraya çalışmak zorunda kalıyorlar. İstismar bir kere buradan başlıyor. İşini kaybeden Türkiyeliler, bu insanlara tepki duyuyor; “Bizim işimiz gücümüz yok, bunlar iş sahibi oldu” diyerek yakınıyorlar. İyi de kardeşim suçlu onlar değil ki. Onları çalıştıranlara tepki duyulması lazım.
Romandaki Körebe isimli seri katilin hedefindeki isimler sabıkalı çocuk istismarcıları. Bir vahşete vahşetle yanıt vermek ne kadar doğru olabilir ki?
Hukuk ve polis, sorunu çözemiyorsa, o zaman Körebe çıkıyor “Sen çözemiyorsun, ben çözerim” diyor. Kısasa kısasa dönüyoruz. Hukuk öncesine dönüyoruz. Şu anda Türkiye’de kaybolan şey, empati duygusudur. Kimse kimseyle empati kurmuyor. O yüzden dedin ya hani şiddet, baskı, birbirini öldürme… Bunları kanıksıyoruz çünkü empati duygusu yok. Yani insanoğlu; ötekinin hemşerisi olduğunu, komşusu olduğunu, yurttaşı olduğunu unuttu. Artık binalardan taşan vahşi bir canlıyız. Anayasa, hak hukuk önemsiz hale geldi. Ne var? Güçlü olan var. Güçlü olan, ötekini ortadan kaldırıyor. Bu çok tehlikeli bir şey. Çünkü bu da empatiyi ortadan kaldırıyor. O zaman da ne oluyor? Gücü yeten, gücü yettiğine, silahı olan, ötekine baskı uyguluyor. Gücü yeten, ötekinin parasını çalıyor. Yetişkinler, çocuklara tecavüz etmeye başlıyor. Bütün böyle bir konsept ortaya çıkıyor. Toplumda bir hastalık var ve bu hastalık büyüyor. Siz ise diyorsunuz ki “Ben çok sağlıklıyım”. Hayır, değilsiniz! O hastalık bütün vücuda yerleşiyor, bütün toplumu ve insanlığı ele geçiriyor; dahası çökertiyor. Asıl mesele bu. Bununla yüzleşmek lazım.
Sürekli Nevzat yazsam sıkılırım
Başkomiser Nevzat ve ekibinin yer aldığı dördüncü romanınız “Kırlangıç Çığlığı”. Ben çok sevindim, onlarla yine karşılaştığıma. Nasıl çağırdınız yine onları?
“Elveda Güzel Vatanım” tezli bir romandı. Oradaki sorun şuydu; neden Türkiye’de bir türlü demokrasiyi kuramıyoruz? İttihat ve Terakki’yi detaylı olarak ele almıştım. “İstanbul Hatırası” ve “Bab-ı Esrar” da birer tezli romandı. Tarihten beslenen, bir soruna yönelen kitaplardı. Bir de tezli olmayan ama yine bir sorunu ele alan polisiyeler üretiyorum. “Kırlangıç Çığlığı” da günümüzün kanayan yaralarını dert edindiğim bir roman oldu. Dolayısıyla Başkomiser Nevzat ve ekibini kullandım bu romanda.
Okur neden seviyor sizce onları?
Abartısız söylüyorum; Türkiye’de milyonlarca insan, hatta sadece Türkiye’de değil Almanya’da, Yunanistan’da, Bulgaristan’da, Arap ülkelerinde, Meksika’da ve Çin’de sevilen bir karaktere dönüştü Başkomiser Nevzat. Herkesin tanıdığı, sevdiği bir karakter haline geldi. Ben de onu seviyorum, fakat her romanda Başkomiser Nevzat’ı kullansam çok sıkılırım.
Bir dahakine ırkçılığı ele alacağım
Bundan sonraki romanınız ne üzerine olacak?
Berlin’de başlayıp Bergama’da devam eden tezli bir roman yazmaya başladım.
Neyin peşine düşeceksiniz bu defa?
Yabancı düşmanlığı, ırkçılık meselesi üzerine yoğunlaşacağım. Almanya Berlin’de başlıyor roman Bergama’ya uzanıyor. Anadolu ilk ne zaman Helenleşmiştir? Sorusundan başlayıp Büyük İskender’e gideceğiz. Milattan önce 200 yıl öncesine kadar uzanacağız.
Romanlarınızın geçtiği yerleri gezdiğinizi biliyoruz. Yine kilometreleri arşınlayacağınız bir gezi yapacak mısınız?
Başladık zaten. Berlin’de Bergama Müzesi’ne gidiyoruz, orada Almanlarla ve Bergama Belediyesi ile çalışıyoruz. Umarım ortaya güzel bir roman çıkacak.
Her insan yerleşik değer yargılarına karşı dövüşmek zorundadır. Dövüşmezsen yok olursun. Seni kendilerine benzetirler. Direnenler, dövüşenler ve kendi hayat biçimini yaratanlar bu dünyada iyi izler bırakırlar ve iyi yaşarlar.
*Bir önceki romanım “Elveda Güzel Vatanım”ın ilk baskısı 250 bin adetti. Daha sonra yeni baskılar yapıldı. Bu romanı da 300 bin adet ile başlattık ki tükendiğinde tekrar tekrar baskı yapmak zorunda kalmayalım. Gerçekten çok şanslı bir yazarım, bu kadar geniş bir okur kitlem var. Ön siparişlerde bile en çok satan ilk 10 kitap arasına girdi “Kırlangıç Çığlığı”. Bu bir yazar için, dahası Türkiye’deki kitap okuru ve satışı için çok önemli bir gelişmeyi işaret ediyor. Bir okurum sosyal medyada “ekmek alır gibi Ahmet Ümit almaya gitmenin mutluluğu…” diyerek bir fotoğraf paylaşmış. Bu müthiş bir şey…
(Vatan Kitap, Mart 2018)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN