Post image
Bilge Olgaç’ın asistanı olmak

24 yıl önce kaybettiğimiz Bilge Olgaç’ın “İpekçe”si restore edilen kopyasıyla bu akşam izleyici karşısına çıkıyor. Olgaç’ı asistanlığını yapan Belmin SÖYLEMEZ’in bir yazısıyla anıyoruz…

Belmin SÖYLEMEZ

Çok gençtim. Sinemayı çok seviyordum, sinemacı olmak istiyordum, ama sinema tecrübem yoktu. Arkadaşım Edremit’te çekilen İpekçe filminde set fotoğrafçısı ve kamera asistanı olarak çalışmıştı. Çekim hikâyelerini dinlemiş, yönetmen Bilge Olgaç ile tanışmak istediğimi söylemiştim. Sıcak bir yaz günü, Sultanahmet’teki Fono Film stüdyosuna gittik. Bilge Olgaç 35 mm kurgu masasında oturmuş tek başına kurgu yapıyor, sahneleri bağlıyordu. Üzerinde kot, spor mavi ekose gömlek, boynunda oyalı bir eşarp.

 

 

Arada bize çekimden ham görüntüler gösterdi. Perihan Savaş’ın canlandırdığı uzun sarı saçlı esrarengiz bir kadın, Ege’de rengârenk bir köy, Kaz Dağları’nın büyüleyici manzaraları, masalsı sahneler. Kurgunun ikinci günü, film masada henüz şekillenmeye başlamış. Sohbet ettik. “Sizinle çalışmayı çok isterim” dedim. “Uzun metraj tecrübem yok, ama öğrenmeyi çok istiyorum”. O da “Madem öyle, gel bana yardım et. Şu an yalnızım, istersen yarın başla,” dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım. Bir anda onun asistanı olmuştum. Ertesi gün sahneleri sarıp, numaralandırıp raflara yerleştiriyordum.

Bilge Olgaç’tan ilk öğrendiğim şey, kurgunun önemiydi. “Sinema kurguda başlar” demişti. 35 mm kurgu masasında nasıl titizlikle çalıştığını izler, çekimler hakkındaki yorumlarını zihnime not eder, sinemanın gramerine dair ipuçları yakalardım.

Sinemanın bir sanat olduğu kadar aynı zamanda bir zanaat da olduğunu öğrendim.

Bilge Olgaç ile arka arkaya ‘Kızın Adı Fatma’, ‘Gömlek’ ve ‘Yarın Cumartesi’ filmlerinde reji asistanı olarak çalıştım. Hepsinin hikâyeleri birbirinden farklıydı, ama temelde bu ülke insanının ait olduğu kültür ile yaşadığı çelişkileri anlatıyorlardı.

Bütçelerin 50 kutu film ile sınırlı olduğu günlerdi. Bilge Olgaç sete herkesten erken gelirdi. Hem disiplinli hem de çok enerjikti. Yerinde duramazdı; yalnızca mizansenle değil, dekordan kostüme her şeyle ilgilenir, detaylara dikkat ederdi. Kâğıt üstünde kurduğu dünyanın canlandığını görmek ona büyük bir coşku veriyordu. Tekniğe hâkimdi, kamerayı ve objektifleri iyi tanırdı. Bu özelliğinden dolayı teknik ekibin ona çok saygı duyduğunu gördüm. Görüntü yönetmeninin “Keşke tüm yönetmenler senin gibi ne istediğini bilse” dediğini bizzat duydum.

‘Kızın Adı Fatma’ için Artvin’de Çoruh kıyısından geçerken Ahmet Kaya şarkılarına eşlik etmesine, ‘Gömlek’ filmi çekilirken Diyarbakır’ın bir köyünde minibüs bozulunca ekibi yalnız bırakmamak için ateş etrafında onlarla sabahlamasına, ‘Yarın Cumartesi’ için mekân ararken Sarayburnu’nda karşılaştığımız Yaşar Kemal ile samimi sohbetine tanık oldum.

 

Öykü yazarlığından geldiği için edebiyatla güçlü bir bağı vardı. Sinemaya uyarlanabilecek yeni hikâyeler, romanlar arardı. Bana kitaplar verir, bunlardan film öyküsü çıkarmamı isterdi. Kerim Korcan’ın Tatar Ramazan’ı da bunlardan biriydi. Tatar Ramazan’dan bir tretman çıkarırken edebi bir eserin film diline nasıl çevrilebileceği konusunda kafa yormuştum.

Bilge Olgaç Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun Türkiye’ye geldiğini duymuş, randevu almıştı. Dido Hanım Beyazıt’ta Ramada otelde çay içmeye davet etmiş. Ben de tercümanı olarak yanında gittim. Otel lobisinde oturup çay içtik. Dido Hanım birkaç kelime Türkçe de biliyor, hatırlıyordu. Bilge Olgaç onun ‘Benden Selam Söyle Anadolu’ya’ kitabını ne kadar çok sevdiğini, okurken ağladığını anlattı. “Bir gün film yapmayı çok isterim” dedi. Dido Sotiriyu da memnun oldu ve “Neden olmasın?” diye yanıtladı. Saatler süren uzun bir sohbetten sonra telefonlar, adresler alındı, ayrıldık. O gün yanımda fotoğraf makinesi götürmemiş olmama çok üzülüyorum.

Bir gün bana Fransa Creteil Kadin Filmleri Festivali’nden gönderdikleri kırmızı fuları gösterdi. Upuzun bir kırmızı fular, üzeri imzalarla dolu. ‘Kaşık Düşmanı’ filmi ile Creteil’de ‘En İyi Film’ ödülü almış ama siyasi nedenlerden dolayı yurtdışına çıkma yasağı olduğu için ödülü almaya gidememiş. O törene gidemeyince Creteil’deki kadın yönetmenler fuları tek tek imzalamışlar. Fuları gösterirken ve bunları anlatırken gözleri doldu.

Yapım koşullarının zor olduğu yıllardı. Buna rağmen bir gün bile yakınmazdı. Mizah duygusunu yitirmedi. Enerjisi azalmadı. Kendine özgü sinema dünyasını hep korudu. Kendileriyle hesaplaşma içinde olan karakterler, onların iç dünyası, hayalleri ve mizah onun imzasıydı.

Bugün Bilge Olgaç’ı, benim ona hitap ediş şeklimle Bilge Abla’yı, tanımış olduğum ve yanında sinemaya ilk adımlarımı attığım için kendimi şanslı sayıyor, onu saygıyla anıyorum.

(Cumhuriyet, 10.04.2018)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN