Alper TURGUT
Sabah sabah bir haber okudum, günümün içine etti, babası Suriye’de kalan, anası ile Türkiye’ye göç eden 12 yaşındaki ilkokul öğrencisi kız çocuğunun yaşamak zorunda bırakıldığı travmaya kahroldum. İstanbul’un Esenyurt ilçesinde bu okul, sözleşmeli memur olarak görev yapan şerefsiz, kendini müdür yardımcısı olarak tanıtıyor Suriyeli öğrencilere. İğrenç herif, uzun süre planlıyor, özellikle S.H. adlı çocuğu seçiyor. Onun Suriyeli olması ve babasının bu memlekette yaşamaması sebebiyle, ettiğim yanıma kalmaz diye düşünüyor. Kitap vereceğim bahanesiyle çocuğu, okulun deposuna götürüyor, sonrası taciz ve tecavüz girişimi.
Temizlikçi kadın onları görüyor, susup gidiyor, suçu anlatmak istediği öğretmeni, müsait değilim diye başından savıyor. Ne varsa, yine analarda var, kızını kapıp doktora götürüyor, mesele ortaya çıkıyor ve pislik tutuklanıyor. Şunu diyor çocuk; “Odada 10 dakika kadar kaldık. Sonra 5 lira verdi zorla. Ben de dışarıya çıktım. Parayı çöpe attım.”
Beş lira, aklımda dönüp duruyor, beş lira, insan yanımı incitiyor, beş lira, utandırıyor, beş lira, beş!
1990’ların başı, istihbarat servisinde gece muhabiriyim ne internet var ne de cep telefonu, telsiz desen tek lüksümüz, karanlıkta koşturup duruyoruz, cinayet, kaza, intihar, baskınlar, yangınlar filan. Gündüzün şerri gecenin hayrından iyidir derler ya, cuk oturmuş bir laf, her türlü manyaklık zifiri karanlığa dair, neredeyse. Akşamdan başlayıp, sabahın ilk ışıklarına kadar yerimize oturamıyoruz çoğu zaman, yetişemiyoruz resmen, beladan belaya hopluyor, zıplıyoruz. Kan kokusuna, çürümüş ceset kokusuna bile alışabiliyor insan, öğreniyoruz, midem kalkıyordu, isyan ediyordu bedenim başlarda, sonra bunu da aşmış idim, parçalanmış uzuvlar, fal taşı gibi açılmış ölü gözler, karanlıkta korku filmi seyretmek gibi bir şey iken, olağanlaşıyordu, sıradanlaşıyordu, ne yazık!
Yakınını yeni kaybetmiş, acısıyla kendinden geçmiş birisinden, yitirdiğine ait fotoğrafları istemek, harbiden manyakça bir işti, hızla arabalara yönelip, bırakın koltuğa yerleşmeyi, henüz kapıyı açmamışken, gaza bas diye bağırıyorduk şoförlere, peşimizde akrabalar. Akbaba gibi hissediyordum artık kendimi, idealist idik, mesleğimizi severdik, lakin leşçi gibi geliyordu gözüme, haberi kotarmaya çabalayan bizler. O vakit sosyal medya yok ki, şimdi her şey basit ve kolay, hop sağ tıkla, farklı kaydet, mis!
O kadar çok cinayet haberine gitmiştim ki, cinayet büro amirliği o kadar maktul ve katil görmemiştir, motif ve profil meselesinde ahkâm kesecek raddeye ulaşmıştım hani, katil uşakkkk değil idi yani, çoğu zaman en sevdiklerimiz idi. Lanet olsun!
Aradan onca zaman geçti, seneler seneleri kovaladı, geldik 2010’lara, cinayetlerle alakam, artık polisiye dizi, film seyretmek, kitap okumak, işte o kadar. Bir gün sosyal medya mesajlarına bakarken, diğerleri diye bir bölüm takıldı gözüme. Haydaaaa resmen kaynak burası, saçma sapan şeyler yazan, bik bik akıl satan, terbiyenizi bozmak istemek, çok acayip mesajlar mevcut, istisnasız gırla.
Gözüme Alper ağabey, sana ulaşmam çok önemli diyen bir mesaj ilişti, genç bir kadından geliyordu, uzun bir metin idi, okumaya başladım, daha önce bana birçok kez mailler attığını söylüyordu (sonradan maillerin spama düştüğü anlaşıldı), yıllar önceki bir cinayetin ayrıntılarını benden öğrenmek istiyordu. Tamam dedim, hafızamı yoklayayım. Ancak detayları geçin, cinayeti bile unutmuştum. Benim hafımızdan çıkan, onun hafızasına çakılan idi, el kadar çocukken, babasını canından etmişti birileri, o travmayla büyümüş ve daha çok şey bilmek, öğrenmek için her taşın altına bakar olmuştu.
Çay içelim dedi, buluştuk. Psikolojisi iyi değildi, haliyle bu normaldi. Babasının cinayete kurban gitmesinin ardından, her şey değişmiş ve tepe taklak olmuştu. Demiş kendi kendine ya cinayet dedektifi olacaksın ya hukukçu ya da acar bir gazeteci. Sonunda iletişim okumuş, yine de sırrı çözememiş, geçmişini aydınlatamamıştı. Cinayete tanık olduğumu düşünmüş idi, dedim bu yanlış, olay yerine gittim, bilgileri aldım, fotoğrafları çekip, haber yaptım, ne yazdıysam o.
Emniyete göre, anlık bir kavganın sonucuydu bu, derin gizemleri yoktu meselenin, genç kadın, ya varsa diyordu hala ne polise ne adalete ne de bana güveniyordu. Hatta kızdı, haberi daha geniş verseydin dedi, derinlikli bir iş yapsaydın dedi, haberin kullanılması, ne kadar kullanılacağı benim inisiyatifimde değildi, bunu diyemedim. O, içini çekti, fısıltıyla ah babam dedi, çaresizlik gözlerinden aktı. Ateş düştüğü yeri yakıyordu, bu kuşkusuz gerçekti.
Sonra liseli kızını, acımasızca katleden babaya dair haberi okudum, ağız dolusu sövdüm. Ardından çocuklarım aç diyen ve çaresizlikten kendini yakan babayı gördüm televizyonda, öfkelendim hepimize. “Bir kola parası verir misin? Çocuğumun doğum günü” diye sormuş arkadaşına, ulan bu nasıl bir yaradır? Baba olmak, bu denli uçlara savurur mu insanı, savururmuş. Baba dediğin hem yaşama sebebin hem de katilin olabilirmiş. Klişe milişe, her insan, baba olmasın mümkünse.
Güney Kore sineması, Hollywood’u zapt etti, Parazit adlı film, sinema tarihinin ezberini bozdu diye bir şeyler yazacaktım, gerçeğin kendisi, kurgudan daha bariz idi ve haliyle baskın geldi. Her an her yerde bambaşka acılar ve travmalar yaşanıyor, dinmeyen bir hırs ve tanımsız bir iştahla, ömürler tüketiliyor. Her biri, bir filmin senaryosu olmayacak elbette, ancak bunca acı, değenlerince unutulmayacak.
Suriyeliler çok şey yaaa diyorlar, iktidara kızamayan, buluyor ucuz yolu. Dram üstüne dram yaşanıyor, bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Yeter artık, kendinize gelin! Emanet ulan onlar bizlere, sakınmak, saklamak, korumak zorundayız, beş liralık vicdansızlara karşı, tereddütsüz.
(Birgün, 16.02.2020)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN