Emrah KOLUKISA
“Whiplash”ın yönetmeni Damien Chazelle‘in yeni filmi “La La Land – Aşıklar Şehri”, uzun yıllardır Hollywood’da yapılmış ilk orijinal müzikal.
Los Angeles’da güneşli bir gün, neredeyse her gün olduğu gibi. Trafik olduğu yerde mıhlanmış, insanlar otomobillerinin içinde bunalmaya yüz tutmuş. Aniden başlayan bir müzik, bir şarkı, bir dans… Oldu mu sana Los Angeles “La La Land”! Bu enerjik, coşkun, renkli ve uzun bir tek plandan oluşan giriş sekansı bir yönüyle Fellini‘nin “8,5”uğuna, bir yönüyle de Orson Welles‘in “Touch of Evil”ına saygı duruşu değilse, ya biz bu mesleği bırakalım ya da Damien Chazelle.
Çağımızın müzikali, çağların müzikali
İşin doğrusu yılın en çok konuşulan, en çok övülen, sosyal medyada en çok hissi paylaşımı yapılan filmlerinden biri olan “Aşıklar Şehri-La La Land” birçok filme göndermeler yapan, bir dönemin sinemasına nostaljik bir homage’da bulunan, hatta o döneme öykünen bir müzikal. Şurası bir gerçek ki, “La La Land” için müzikal terimini kullanmakta hiç tereddüt göstermiyoruz zira bu film uzunca bir süredir Hollywood’dan çıkan belki de ilk orijinal müzikal. Malum, 1950’li ve 60’lı yılların popüler türklerinden biri olan Hollywood müzikalleri stüdyo sisteminin iflasıyla neredeyse bıçakla kesilir gibi kesilmiş ve Amerikan sineması western ile birlikte bu en popüler türünden vaz geçmişti. 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren müzikali yeniden seyircinin gündemine getirmeye çalışan girişimler olmadı değil (“Romeo+Juliet”, “Chicago” vb.), ama bu filmler 50’lerin müzikalleri gibi değildi. Yani ya eski bir müzikalin yeniden çevrimi/yeniden yorumuydu bunlar, ya da şarkıları hazır (“Mamma Mia”, “The Jersey Boys”), dansları eski (“Chicago” örneğin mütevaffa Bob Fosse’nin koreografisine sahipti), konuları naftalinliydi. Müziğe olan tutkusunu önceki iki filminde (“Guy and Madeleine on a Park Bench” ve “Whiplash”) açık açık ortaya koyan Damien Chazelle’in filmiyse orijinal şarkıları, orijinal besteleri ve orijinal koreografisiyle tam da 50’li yılların müzikallerini model alan ve iki çağ arasında bir köpri kurmaya yeltenen bir film.
Chazell’in Los Angeles’daki otoyolda açılan filmi ‘kış’ mevsiminde başlıyor ve şıkışan trafikte önlü arkalı düşüp birbirlerine öfkelenen Mia ile Sebastian’in öyküsünü anlatıyor. Mia (Emma Stone) hayaller şehrinde oyuncu olmaya çabalayan genç bir barista, Sebastian (Ryan Gosling) ise bildiği yolda taviz vermeden ilerleyen ve günün birinde bir kulüp açmayı hayal eden genç bir caz müzisyeni. İkisinin yolu ise, ikinci kez, film boyunca müteakip defalar duyacağımız bir melodi sayesinde kesişiyor ve “la La Land”in aşk hikayesi aslında bu nıktada başlıyor. Bu karşılaşmada Sebastian tıpkı önceki sefer olduğu gibi kaba davranıyor gerçi ama Mia’nın duyup da olduğu yere çakıldığı melodiye aşık olmaması ihtimal dışı, eminim siz de aynı duyguyu hissedeceksiniz. Hayalperest iki gencin filmi bölen mevsimler boyunca (kış, ilkbahar, yaz, sonbahar ve nihayet finalde yine kış) süren ilişkisi umutlu başlangıçlar, kırılan hayaller, çatışan-çelişen duygular, verilen tavizler skalasında seyrederken kimi zaman fonda, kimi zamansa bir hayli ön planda sahne alan müzik, dans ve şarkılar melankolik bir tablonun fırça darbeleri olarak geliyor perdeye. 50’lerin kült filmi “Rebel Without A Cause-Asi Gençlik” ve 1955’te (tam da James Dean’in öldüğü yıl) 34 yaşındayken hayata veda Charlie Parker’ın sık sık karşımıza çıktığı film özellikle final bölümünde duyguların alabildiğine yükseldiği bir aşk solosuna dönüşüyor ki, gözyaşlarınız burada kaçıp gidebilir artık, korkmayın.
Bir yanıyla başrollerini Robert De Niro ile Liza Minelli‘nin oynadığı Martin Scorsese filmi “New York New York“u anımsatan “La La Land” söylendiği gibi Oscar ödüllerinde öne çıkar mı bilinmez, ama başrolündeki iki ismin, Emma Stone ve Ryan Gosling‘in filmin başarısında önemli pay sahibi oldukları kesin. Öncelikle Ryan Gosling’in hafiften Vincent Gallo’yu andıran şarkı söyleme tarzı hem filme hem de oyuncuya çok yakışmış. Bu övgüyü dansları için tekrar edemeyeceğim ne yazık ki zira Gene Kelley ya da Fred Astaire gibi devlerle kıyaslanamayacak bir ortalama tutturmuş Gosling. Sırf kollarına bakarak bile anlayabilirsiniz; Gene Kelly’nin sonsuza uzanırmış gibi duran hareketleriyle Gosling’in aniden kesilen figürleri arasındaki fark bir tercihten ziyade bir beceri yoksunluğundan kaynaklanıyor kanımca. Yine de Gosling ve Stone arasındaki uyum, Gosling’in enstrüman hakimiyeti (tıpkı De Niro gibi, hiç açık vermiyor) ve Stone’un her seferinde bir başka hikâyeye dönüşen “audition” (oyuncu seçmeleri) sahneleri akıllardan çıkmıyor. Filmin Justin Hurwitz (tüm Chazelle filmlerinin orijinal müzikleri ona ait) imzalı müzikleri tek kelimeyle harikulade. Özellikle “Mia and Sbeatian’s Theme” uzun zaman dilinizden düşmeyecek, her seferinde yüreğinizi burkacak bir melodi. Aşkın nasıl bittiğini soruyorsanız, siz hiç ‘mutlu aşk yoktur’ diye bir laf duymadınız mı?
(Cumhuriyet, 03.01.2017)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN