Toprak IŞIK
Arjantinli yazar Ariana Harwicz, Geber Aşkım ile ülkemiz okurunun karşısına ilk defa çıkıyor. İspanyolca aslından Seda Ersavcı‘nın çevirdiği kitabı, Çınar Yayınları yayımlamış. Meselenin aşkla ilgili olduğunu belli eden isim, romantizme pek göz kırpmıyor; öfkeli bir ironinin ip ucunu veriyor.
Baş kahraman, yeni doğum yapmış bir kadın. Evinin bahçesinde kızgın güneş altında sırt üstü uzanmışken başlıyor hikâye. Boş avucunun içinde, şah damarını bir hamlede kesecek bir bıçak varmış gibi hissettiğini söyleyerek okura gerilim vadediyor. Çok geçmeden bu gerilimin, onun ruhunda gerçekleştiğini ve kahramanımızın mutsuz olduğunu anlıyoruz.
Kolaycı çözümleme, mutsuzluğun ağır bir doğum depresyonundan kaynaklandığı çıkarsamasında bulunabilir. Daha az kolaycısı ise anne olarak toplumun biçtiği rolle, kadınlık arasında ezilmektir derdin, tasanın kaynağı, diyebilir. Genç annenin sıkıntısında, ikisinin de payı vardır belki ama sayfaları çevirdikçe mevzunun derinleşip karmaşıklaştığı görülecektir.
Ariana Harwicz, bebek sahibi bir kadının neler hissedebileceğini sansürlemeden dökmüş satırlara. Kutsal annelik söylemlerine metelik vermeksizin, kahramanının ruhundaki çiçeksiz mevsimleri uzun uzadıya anlatmış. Özellikle bizim ülkemizde, anne ile cinselliği birlikte düşünmek zor. Anneliğin kadına, seksten ari, kutsal bir makam kazandırdığına inanmak ise kolay. Oysa Geber Aşkım diyen anne, doymamış cinselliğinin sızısını hem ruhunda hem bedeninde sonuna kadar hissediyor; mastürbasyon yapıyor, onunla yeterince sevişmeyen kocasına delice öfkeleniyor. Öte yandan, kocası uzun iş seyahatlerindeyken de çocuğu için kaygılanıyor, yavrusunun ani bebek ölümüne kurban gitmesinden delicesine korkuyor.
Ön planda hep kahramanın ruhundaki dalgalanmalar var. Diğer karakterler, koca, bebek, kayınpeder, kayınvalide ve komşular, soyut varlıklar gibi dahil oluyorlar kurguya. Onların duyguları fonda kalıyor, yaşadıkları kahramanın hayatına değdiği ölçüde anlatılıyor.
Komşunun kocası, evin önünden motosikletiyle gelip geçerken genç anneye aşık oluyor. Kitap normalde hep kahramanın monoloğu şeklinde ilerlediği halde, üç beş sayfa onun dilinden dinliyoruz yaşayıp hissettiklerini. O da bir bebek sahibi ve tutkusunu açıklamakta zorlansa da girdapa kapılmaktan kurtulamıyor.
Kitapta, meraklısını derin psikanalitik yorumlamalara çekecek unsurlar da var. Kadının çok sevdiği bir erkek geyik, ara ara boy gösteriyor hikâyede. Ailenin içinde bulunduğu araba bir geyiğe çarpıyor; bu kaza yüzünden evin köpeği garip bir biçimde hayatını kaybediyor. Yeterince açıklanmamış bir nedenle cam bir kapının içinden geçen kadının bütün bedeni kesikler içinde kalıyor.
Kolay bir anlatımı yok Geber Aşkım’ın. Olaylar klasik bir kurgu ve üslupla ortaya koyulmuyor. Bazen akışı çözmek için örtülü biçimde sunulmuş parçaları birleştirmek gerekiyor. Diyaloglar metnin diğer cümleleri arasına kamufle edilerek serpiştirilmiş. Zaman, düz bir çizgide akmıyor, bazen geri dönüşler ve ileri sıçramalar oluyor. Bu açılardan kitap bulmaca çözer gibi okumayı sevenlerin özellikle hoşuna gidecektir.
Geber Aşkım, bir annenin değil, çocuğu olan bir kadının beyninin içinden geçebilecekleri paylaşıyor okurla. Olay örgüsünden çok duygu örgüsüne yer veriliyor. Yaşananları büyük bir heyecanla anlatmıyor yazar. Kahramanın depresif hatta zaman zaman deliliğe kayan ruh haline uygun bir üslup benimsemiş.
Çağımızda insan, belki de en çok kendi içine bakıyor, en çok kendini dinliyor. Bu bakışı daha keskinleştiren araçlar hiç durmadan gelişiyor. Psikoloji, beynin içindeki dinamikleri, hastalıkları tedavi etme becerisinin çok ötesinde çözmeyi başarmış durumda. Hormonların ruh halimizi nasıl etkilediğini biliyoruz. Bilim, limbik sistem denen bölgenin çalışmasını ve hayata bakışımızdaki belirleyici etkisini açıklayabiliyor.
Özgürlüğümüzün kısıtlılığını, kararlarımızın hayatımızı yönlendirmedeki önemsizliğini anladıkça, insana özgü becerilerimizle varlığımız üzerindeki etkimizi güçlendirmeye çalışıyoruz. Bireyin iç dünyasını mekân seçen edebi eserlerin sayısındaki artış, belki biraz da egemenliğimiz altında zannettiğimiz mahrem bölgelerimizde irademizin etkisizliğini görme acısını, bilincimizi hükümdar kılarak azaltma gayretiyle ilgilidir. Bu gayret de sorularımızın sayısını ve derinliğini ayrıca artırıyor.
Anneliğin ne kadarı içgüdüseldir ne kadarı toplumun yüklediği görev duygusundan kaynaklanır? Harwicz, kendi yazınsal derdinde bu sorunun yeri yoksa bile, yanıtın peşine düşenleri çok ilgilendirecek bir kitap yazmış. Bir kadının hayatından bir kesit koymuş önümüze. O kesit, eğer annelik bir içgüdü ise o içgüdünün sanıldığı kadar güçlü olmayabileceğini söylüyor bize. Eğer toplum içgüdü zayıflığını, kadınları fedakârlık yüklü anneliğe şartlandırarak telafi etmeyi deniyorsa, bunun her zaman işe yaramayabileceğini gösteriyor. Geber Aşkım, böyle meseleleri önemli bulanların ilgisini çekecek bir kitap.
(Birgün, 01.11.2019)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN