ÇAĞLAR SOLAK
Ahlakın bazı yönleri doğduğumuzda zihnimizde ve tüm insanlarda evrensel olarak mevcut mu? Diğer ifadeyle ahlak, bazı bakımlardan evrimimizin, biyolojik doğamızın bir ürünü mü?
Farklı türden hayvanların birbirlerine yönelik beklenmedik davranışlarının görüntülerini, televizyondaki haber bültenlerinin ekrana getirmekten, izleyicilerin de seyretmekten epeyce hoşlandığı malum. Kedileri emziren köpekler, keçileri emziren inekler ve buna benzer örnekler görenleri hâlâ şaşırtıyor, zira bu gibi fedakârca ve «yüce» davranışların sadece biz insanlarda normal olduğu kanısı yaygın. Hayvan ahlakına dair «şaşırtıcı» görüntülerin son dönemdeki en popüler örneği, elektrik çarpan türdeşini kendine getirmek için dakikalarca çabalayan bir maymuna aitti. Bu maymunun yerine bir insanı koyduğumuzda, görüntünün şaşırtıcılığının büsbütün ortadan kalkmasını hiçbirimiz yadırgamayız.
Bilimciler arasında sosyal olguları bilhassa evrimsel bir pencereden analiz edenler içinse, insanın fedakârlık, diğerkâmlık, merhamet, hakkaniyet gibi ahlaki davranışlarının ve bilinçlerinin kaynağını araştırmak sandığımızdan daha çetrefilli. İyiye ve kötüye, doğruya ve yanlışa dair temsillerimizi neyin inşa ettiğine dair, binlerce yıl geriye giden felsefi birikimin üstüne ortaya koyduğumuz çağdaş bilimsel bulgularla birlikte dahi bir mutabakata varabilmiş değiliz. Bazı araştırmacılar ahlakın köklerini kültürde, bazıları dinlerde, bazılarıysa nöronlarımızda aramaya devam ediyorlar. Bu bilimsel yolculuğun kritik kavşaklarından birinde karşımıza çıkan şu soruya verilen yanıt, yönümüzü tayin etmede kilit role sahip: Ahlakın bazı yönleri doğduğumuzda zihnimizde ve dolayısıyla tüm insanlarda evrensel olarak mevcut mudur? Diğer bir ifadeyle ahlak, bazı bakımlardan evrimimizin, yani biyolojik doğamızın bir ürünü müdür?
Paul Bloom’un «Bebeklerin Ahlaki Yaşamı: İyiliğin ve Kötülüğün Kökenleri» adlı kitabı yukarıdaki temel soruya ilişkin etraflıca bir inceleme ve akademik derleme sunuyor. Uluslararası bir tanınmışlığa sahip olan gelişim psikoloğu Paul Bloom, bu kitabında özellikle bebeklerin ahlaki konulardaki eğilimleri ve söz konusu eğilimlerin evrimsel avantajları üzerine fikir yürütürken, ahlak anlayışımızı tamamen sosyal çevremizden öğrenmediğimiz hususunda okuru ikna etmeye çalışıyor.
Yazarın, kendisi gibi psikolog olan eşi ve araştırma ekibiyle birlikte gerçekleştirdiği ve kitap boyunca değindiği deneysel çalışmaların yönteminin ve bulgularının anlaşılır bir dille aktarılması, ilgili literatüre aşina olmayanlar için büyük bir okuma kolaylığı sağlıyor. Son derece titizlikle tasarlanarak üç aylık bebekler üzerinde dahi gerçekleştirilebilen deneyler, bebeklerin henüz herhangi bir kelimeyi öğrenmemişken bile iyi ve kötü davranışları ayırt edebildiklerini gösteriyor.
Evrimsel geçmişimizin çok büyük bir bölümünde görece küçük gruplar halinde yaşamış olan bizler açısından empati, cezalandırma, kandırılma, hakkaniyet gibi kavramların varlığı grup yaşamı açısından zorunluydu. Bu noktada, bencillerin ve beleşçilerin ahlakının insan popülasyonlarında nasıl olup da hâkim anlayış haline gelmediği sorusu önemli bir soru. Yazarın bu meseleler üzerine eğilirken sosyal psikoloji araştırmalarının yanısıra, antropolojik ve etolojik verilerden faydalanması kitaba geniş bir perspektif katıyor. Sayfalar arasında Türkiye’den tanıdık bir bilimcinin ismine de rastlıyoruz. Grupların doğası hakkında yaptığı milat değerindeki çalışmalarla psikoloji tarihinin tartışmasız en önemli kişileri arasında yer alan Muzaffer Şerif’in deneyleri, yazar tarafından ayrıntılarıyla ele alınıyor.
Benim açımdan kitabı ilginç kılan unsurların başında ise «Bedenler» bölümünde aktarılanlar geliyor. Bu bölümde tiksinti algımızı inceleyen yazar, ırkçılık, muhafazakârlık, homofobi gibi olguların tiksintiyle ilişkisine dair oldukça ilgi çekici araştırmalara değiniyor: «Dünyadan ve laboratuvardan elde edilen örneklerin ortaya koyduğu şey oldukça açıktır: Tiksinti bizi daha zalim kılar». Modern insanın geçmişine ve özüne ait pek çok şeye yabancılaştığı gibi bedenine de yabancılaşması, hayvanlarla arasındaki hiyerarşi algısını besleyen tiksinti alışkanlıklarıyla doğrudan ilişkili bana kalırsa.
Öyle görünüyor ki Paul Bloom ilgisini yalnızca psikolojiye değil, aynı zamanda felsefeye, tarihe, antopolojiye ve daha pek çok alana ayırmayı başarabilen akademisyenlerden. Kalemini başarılı kılan yönlerden biri de, araştırma ve bilimsel yayın sürecindeki -işin içinde olmayan kişilerin pek de farkında olmadığı- kimi «stratejileri» okurun kulağına fısıldamak konusunda gösterdiği açıksözlülük.
Kitapta savunulan anafikri yine yazarın bir cümlesiyle özetleyelim en iyisi: «Bebekler, evrim sayesinde empati ve merhamet yeteneğiyle, başkalarının davranışlarını yargılama yetisiyle, hatta ilkel bir adalet ve hakkaniyet algısıyla donanmış ahlaki hayvanlardır.»
O sevimli mi sevimli insan yavrularını ‘hayvan’ diye andığımızdan ötürü, biz evrimsel psikologları mazur görmeniz dileğimle, iyi okumalar!
Birgün Kitap, 30.07.2015
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN