Fikret İLKİZ
Üniversitelerden bilim insanları profesörler, doçentler, araştırma görevlileri teker teker atılıyor. Atılma kararlarında imzaları bulunanlar ise onların yetiştirdikleri öğrencileridir belki de…
Üniversitelerden attıkları hocalarının onlara öğrettiği hukuk, demokratik hukuk devleti, adalet, kanun ve vicdan üzerine ne öğrenmişlerse inkâr ediyorlar. Kendi istedikleri hukukun meşruluğunu sağlamak için, kendi kurdukları sistemlerinin hukuksuzlukları artık herkesin önüne duvarlar örüyor.
Hukuka dair söylediğiniz her şey bu ördükleri duvarlara çarpacaktır. Bu duvarlarla kuşatacakları sistemi bildiğiniz ve ezberlediğiniz hukukla çözmeye çalıştıkça; sözleriniz, hukukunuz ve talepleriniz ve hatta eylemleriniz bile sistemin dışındadır. Çünkü öncelikle hukukun kendisinden “hukuku” dışladılar ve artık olağanüstü dönemin olağan kanunları onların kanunları ve hukukudur. Gerisi tuzla buzdur. Aşağıdaki satırlarda bulacağınız bir emanet cümleyle “kendi hukukunu uygulayanların” durumunu özetleyelim: Uygulayanlar ise Goethe‘nin de dediği gibi, her zaman için “vicdansızdırlar.”
Ne derseniz deyin! İki çelişkiden birincisi; uygulayanlar hukukun vicdansız uygulayıcılarıdır. İkincisi ise buna karşı demokrasinin yeniden hukuk yoluyla inşası için hukuk devletinin ve hukukun, adaletin ve vicdanın tam zamanıdır. Bu gerçeğe inanmak gerekir, çünkü bu gerçek inanmakla gerçek olur.
Anıların biriktiği ve anıların cesurca yazılacağı günlerin gelecek olacağı zamanın içindeyiz.
Anıları ile üniversitelerin ve memleketlerin nereden gelip ne olduğunu anlatan Prof. Dr. Ernst E. Hirsch (20 Ocak 1902-29 Mart 1985) zaman ve mekân sınırlarını aşan bir bilim insanı olarak yaşadı. İstanbul (1933-1943) ve Ankara Hukuk Fakültesinde (1943-1952) yirmi yıla yakın bir süre başta ticaret hukuku olmak üzere hukuk felsefesi ve sosyolojisi, hukukta metot, fikri ve sınaî haklar derslerini veren ve zamanla mekâna iz bırakan örnek bir profesör. Prof. Hirsch 1933 yılında 31 yaşında Almanya’ya terk etmiş bir hâkim aynı zamanda. “Anılarım” adlı kitabı TÜBİTAK yayınlarından 1997’de yayınlandı. Katkısı olan bilim insanlarına teşekkür etmek bir borçtur, kitapta adları yazılı ve okumak gerekli. Çeviri Sayın Fatma Suphi tarafından yapılmış. Prof. Dr. Ünal Tekinalp, Prof. Dr. Nuşin Ayiter, Prof. Dr. İlhan Akipek katkıda bulunmuş ve kitabın sunuş yazısını Prof. Dr. Yaşar Karayalçın yazmış.
Prof. Dr. Hirsch’in “Anılarım” adlı kitabı geçmişten geleceğe uzanan zamanda kurulan üniversitelerimiz ve hukuku öğrendiğimiz bilim insanlarının nasıl insanlar olduğunun tarihini içeriyor. Kitap Goethe’den birkaç dizeyle başlıyor: “Geçer gider yeryüzünde / En güzel nimetler bile, / Zaman sınırlarını aşan düşüncelerimizle, / Yaptığımız etki düşünenlere, / Bir tek o vardır, o kalır sonsuzluğa.”
Acaba kaç Profesör, kaç bilim insanımız vardır ki; “anıları” vardır ve gelecek için düşünenlere etki edecek ve sonsuzluğa kalacak anılarını yazacaklardır?
Prof. Hirsch anılarında o günlerin Almanya’sını anlatıyor. Ülke içi politik durum çok kötü ve hâkim olarak kendini yasaların güvencesinde hissediyor. Hâkim bağımsızlığına dokunulamaz ve azledilemez bir kişi olarak görüyor kendisini. Kendisi gibi arkadaşları da Nasyonel Sosyalist Parti Hitler’le birlikte iktidara gelse bile, kaydı hayat şartıyla hâkim mesleğine tayin edilen kişilerin herhangi bir şekilde zarar görmeyeceklerine inanıyorlar ve aksini tasavvur dahi edemiyorlardı, ama aksi oldu. Hitler’in 30 Ocak 1933’de Rayh Başkanı von Hindenburg tarafından Rayh Şansölyesi ilan edilmesi ve Parlamentonun feshi, nasyonel sosyalistlerin iktidarı ele geçirmelerinin başlangıcı olduğunu geç fark ettiler. 1933 Mart ayında yapılan Rayh Parlamentosu seçimlerinde NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) oyların yüzde 43,9 unu alarak bir başka fraksiyonun desteğiyle parlamentoda çoğunluğu sağlayabilmişti. Böylece parlamento ve hükümet “anayasaya uygun” olarak kurulmuş oluyordu ve iktidarı nasıl ve hangi amaçla kullanacağını “Kavgam” adlı kitabında anlatan Hitler böylece anayasal yoldan iktidara gelmiş oldu.
Prof. Dr. Hirsch’in anılarına dönelim: “Deutschland über alles” (Herşeyin Üzerinde Almanya) kurmak gibi vaatlerde bulunan Hitler, halkı iğfal etti. Ama 1933’ten önceki yıllarda Alman basınının büyük kısmının seviyesizliğine tanık olan, özellikle de sözde bağımsız “Generalanzeiger” basının rezilliğini bilen, siyası mücadele üslubundaki kabalaşmayı izleyen ve parlamentoda Weimar Anayasasının ilkelerine sarılan orta yolcuların, Rayh’ta ve Prusya’da hukukun ve anayasanın çiğnendiğini gördükleri halde nasıl çaresiz kaldıklarını bilen herkes, iktidarın “anayasal yoldan” ele geçirmenin, gerçekte, bir hükümet darbesini dış görünüşte meşrulaştırmaya yarayan bir kılıf olduğunu kavrayabilirdi. Bu hükümet darbesi, Hitler’in Ocak ayı sonunda, Rayh şansölyesi ilan edilmesiyle, Mart ayındaki Rayh parlamentosu seçiminden de önce, de facto olarak tamamlanmış bulunuyordu.
Bu çapta siyası altüst oluşları, ahlaki değer ölçüleriyle değerlendirmek mümkün değildir. Bu nedenle, Alman halkının kollektif olarak suçlu olduğundan söz etmek, bu suçun ceremesini bugünkü Alman nüfusunun da çekmesi gerektiğini söylemek, düpedüz saçmalıktır. Tüm halkın, gelecek kuşaklar da dâhil olmak üzere, de facto olarak katlanmak zorunda kaldığı, uğursuz bir siyasetin sonuçlandır bunlar. Suç isnadı ise ancak bunu uygulayanlara yöneltilebilir. Uygulayanlar ise, Goethe’nin de dediği gibi, her zaman için vicdansızdırlar.”
(…) Eninde sonunda, devlet gücünün uygulanmasındaki siyasi sorumluluk, bu milletvekillerinin sırtındadır. Bu milletvekilleri, bir hükümete sadece güvenoyu vermekle kalmamış, bunun da ötesinde, görevleri olan ve parlamenter sistemin özünden kaynaklanan denetleme görevinden vazgeçmiş, böylece hükümete sınırsız eylem özgürlüğü sağlamışlardır. Bu sonuç, 24 Mart 1933 tarihinde Rayh parlamentosu tarafından kabul edilen ve Yetki Kanunu (Ermachtigungsgesetz) adıyla anılan “Gesetz zur Behebung der Not von Volk und Reich” ile gerçekleştirilmiştir. Federal Almanya, Anayasa Mahkemesinin görüşüne göre (resmi kolleksiyon Cilt 6, s. 331 v.d.) bu yetki kanunu, nasyonal sosyalist zorbalık yönetimini devrimle gerçekleştirmekte bir adımdır; bu kanunla, o güne kadar geçerli olan yetki düzeni kaldırılmış, yerine yenisi getirilmiştir. Bu yeni yetki düzeni, hızla hem içte hem de dışta kendini kabul ettirmiş ve uluslararası düzeyde de kabul görmüştü. Yetki kanununun çıkarılmasından hemen sonra yeni yetki düzeninin, “de facto” olarak kabul edildiğine, hem hâkimler tarafından, hem de Üniversite mercileri tarafından itirazsız boyun eğildiğine kanıt olarak, o günlere ait kendi kişisel tecrübelerimi aktarmak istiyorum” (E.Hirsch, Ernest. Anılarım. 9.İnkılâp, sayfa 177-179).
Anılardan öğrendiğimize göre Devlet Memurluğuna Yeniden Saygınlık Kazandırma Kanunu hükümlerine göre Prof. Dr. Hirsch; kaydıhayat şartı ile memurluğa atanmış bir hâkim olarak zorunlu izne çıkarılır ve böylece hâkimlik görevi fiilen sona erer. Bu durumun hâkimlerin bağımsızlığı ve hem de güçler ayrılığı ilkesine aykırı olduğunu düşünerek Rayh Mahkemesi Yargıçlar Birliği’nin o günkü başkanı ve Senato Başkanı olan Dr. Wunderlich ile tartışır. Bu tartışmayı Prof.Hirsch kitabında şöyle aktarıyor: Sonunda Dr. Wunderlich bana şunları söyledi: “Genç meslektaşım, sizinle birlikte sessizce tahammül ediyoruz”. Bunun üzerine kendisine şu cevabı verdim: “Kusuruma bakmayın, sizden yaşça çok genç olduğum halde, sözlerinizi düzeltmek zorundayım: Siz, sessizce tahammül etmiyorsunuz, sessizce müsamaha ediyorsunuz”. Burada “siz” kelimesi tüm Alman hâkimlerine yöneltilmiştir.
Üniversitelerden atılan bilim insanlarını savunmak demek; nefes alabilmek için elde kalan insan onurunun her zaman ve mekânda vicdansızlara karşı korunmasının hukukunu yaratmak demektir.
Tahammül edilemez sessizce müsamahaların tanıkları olan bilim insanlarının anıları, elbet bir gün yazılabilir umuduyla…
13 Şubat 2017
* Fotoğraf: Ümit Bektaş (Reuters)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN