Cüneyt CEBENOYAN (cuneytcebenoyan@birgun.net)
Joachim Trier, ilk filmi “Reprise” ile 10 yıl önce İstanbul’da Altın Lale’yi kazanmıştı. O günden bugüne Norveçli yönetmen 2 film daha yaptı. İkinci filmi “Oslo, 31 Ağustos” ile Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde yarıştı. “Sessiz Çığlık” ise geçen sene Altın Palmiye adayları arasındaydı. “Sessiz Çığlık”, yönetmenin ilk İngilizce filmi olma özelliği de taşıyor. Ama Londra’da sinema eğitimi almış olan Trier için İngilizce çalışmak belli ki hiç zor olmamış. Trier, sanatçı bir aileden, hatta sülaleden geliyor. Dedesinden anne-babasına sinemayla ilgilenmemiş kimse yok neredeyse hayatında. Şanslı çocuk.
Merkezi nerede?
“Sessiz Çığlık” parçalı bir film. Parçalı derken, kopuk kopuk, ileri-geri sıçramalı, rüyayla gerçeğin iç içe geçmiş olmasının ötesinde bir şey de söylemek istiyorum. Trier, karaktere önem vermekle birlikte, formalist (biçimci) bir geçmişi olduğunu söylüyor. Bu biçimcilik, çizgisel ya da lineer bir anlatımı tercih etmemiş olmasının nedenlerinden. Ama asıl açıklayıcı olan Trier’in, filminin bir müzik albümü gibi olmasını hedeflemiş olması. Yani birçok şarkıdan oluşan bir albüm gibi olmasını istemiş “Sessiz Çığlık”ın. Her birinin hit olmasını arzuladığı çeşitli parçalardan oluşan bir müzik albümü gibi… Sonuçta ortaya, zamanda ve mekânda sıçramalı bir yapı çıktığı gibi, parçadan parçaya bakış açısının ve kahramanın da değiştiği bir anlatı çıkmış. Bu parçaların her biri hit olacak kadar iyi değil. Ama asıl sorun bütünün bu parçalı yapıdan mustarip olması. Filmin bir merkezi olmayınca, etkisi de o derece dağınık oluyor. Yapbozun parçalarını kavramaya çalışarak izlemek, seyirciyi aktif hale getiriyor getirmesine, ama bütünün duygusal bir iz bırakmasını da zorlaştırıyor. Film bittikten sonra, her şeyi yeniden bir araya getirme gereği hissediyorsunuz. Belki de filmi ikinci bir kez izlemek farklı bir tat bırakır. Ama “Sessiz Çığlık” kimi parçalarının etkileyiciliğine rağmen, unutulmaya mahkûmmuş gibi duruyor.
Filmin en güzel sahnesi
Film, savaş fotoğrafçısı bir kadının ölümünden 3 yıl sonrasında geride kalan ailesine neler olduğuna bakıyor. Savaş fotoğrafçılığı tuhaf bir meslek. Her an ölümle baş başa olmayı gerektiriyor. Söz konusu olan başkalarının ölümü değil sadece. Bazen meslektaşlarınızın ölümüne şahit olmak, bazen yaralanmak söz konusu; tabii eğer şanslıysanız ve kendiniz ölmediyseniz. Bu mesleği yapmak için belirli bir psikolojide olmak gerekir herhalde. Hayattan bir tür kopukluk ve/veya bir tür kendini kanıtlama isteği söz konusu olsa gerek. Mesleğin kendisi de hayattan kopukluğu, bağ kuramamayı besleyen türden. Hem mekânlar, insanlar, koşullar sürekli değişiyor, hem de her şey, her an kayıp gidebiliyor. Isabelle Huppert filmde bu fotoğrafçının duygusal kopukluğunu başarıyla canlandırmış. Ama bir fotoğrafın ya da tek notalı bir şarkının ötesine geçmiyor karakterinin derinliği. Keza geride kalan eşi Gene (Gabriel Byrne) de benzer durumda, derin bir iz bırakacak karakter tasviri yok; Byrne’ün iyi oyunculuğuna rağmen. İki erkek kardeşten büyük olanı (Jesse Eisenberg) bir empati yaratamayacak kadar ikiyüzlü. Bir tek küçük kardeşin hikâyesinde, hit olabilecek bir ton var. Conrad (Devin Druid), annesinin ölümünden babasını sorumlu tutan, bilgisayar oyunlarına meraklı ve cheerleader (ponpon kız) kızlardan birine âşık yeni yetmede, seyirciye daha derinden dokunabiliyor. Çünkü karakterin kendisi bir başkasına hakikaten dokunmayı hem istiyor, hem de bunun olanaklı olduğuna inanıyor. Ve seyirci olarak biz de onun bu çabasıyla özdeşleşebiliyoruz. Conrad’ın âşık olduğu kızla bir akşam birlikte yürüdükleri sahne filmin en güzel sahnesi. Sonuç olarak “Sessiz Çığlık” hitlerle dolu bir albüm olmamış ama en azından hit olabilecek bir şarkı içeriyor.
(Birgün, 13.02.2016)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN