Uğur Vardan
Michael Haneke son çalışmasında 80’li yaşlarını süren burjuva bir çiftin son günlerine odaklanıyor. Yaşlılığın kahredici yanlarına vurgu yapan ‘Aşk’, ‘2012’nin en iyi filmi’ olma unvanını fazlasıyla hak ediyor.
Batı uygarlığı tarihinin modern ve post-modern uzantılarında uzun süreden beri hissedilen ama yüzleşme yerine erteleme ya da görmezden gelme yoluyla halı altına süpürülen dertleri perdeye taşıyan ve bir tür ‘Sinemanın son dönemdeki vicdanı’ olan Michael Haneke, son filmi ‘Aşk’ta (Amour) da bir başka vicdani vakaya el atıyor… Son Cannes Film Festivali’nde ‘Altın Palmiye’yle ödüllendirilen ‘Aşk’, 80’li yaşlarını süren eski müzik öğretmeni bir çiftin son günlerine odaklanıyor.
Bir ilişkinin (resmi ya da gayri resmi olması fark etmez), kendi ifadesini bulduğu en önemli sözcük kuşkusuz, ‘Müştereklik hali’dir. Anne ve Georges, yaşları itibariyle birçok şeyi ‘müşterek’ yapmışlardır. Ama hayatın kendi kuralları içindeki o kaçınılmaz son yavaş yavaş onların da kapısını çalacaktır. Önemli olan bu finalde kimin kime nasıl yardım edeceğidir. Birlikte eski öğrencileri Alexandre’ın konserine giderler. Dönüşte kapılarının zorlandığını fark ederler. Konuşmaları, konser izlenimi ve günümüzdeki hırsızlık vakaları üzerinedir. Yatarlar ve ertesi sabah, kahvaltı zamanı ‘asıl mesele’ kapılarını çalar. Anne, konuşurlarken birdenbire adeta kilitlenir. Georges’un müdahaleleri işe yaramaz. Hemen sonra ‘trans hali’ geçer ve hayata kaldığı yerden devam eder. Soluğu doktorda alırlar. Damarlarında tıkanıklık vardır. Ne yazık ki gelişmeler, Anne’ın aleyhinde olur. Yaşlı vücudu artık bazı şeyleri kaldıramamaktadır, bir tarafına felç gelir, giderek yatağa bağımlı olur ve en kötüsü de, bir çocuk halini alır…
Haneke ‘Aşk’ta hayatın neredeyse her anında ‘Beraber yürüdük bu yollarda’ diyen bir çiftin dramını anlatırken asıl derdi elbette ‘Yaşlılığın izleri’ni sürmek. Bu türden vakalar evet gençken de insanların başına gelebilir ama o dönemde meseleyi halletme gücüne sahipsindir. Kötü olan hayatın son dönemindeyken ikiliden birinin “Ben artık yarışta yokum” dediği andır. Kendisine bakmakta bile zorlanan Georges için Anne artık büyük bir yüktür. Üstelik onu bu halde kendi görmeye razı olmadığı gibi İngiliz kocasıyla birlikte sürekli turnelere çıkan müzisyen kızı Eva’nın da bu manzaradan etkilenmemesini ister. Bütün derdi tasası Anne’e bu durumu konduramamasıdır.
Bir evlilikten acı manzaralar
Avusturyalı büyük yönetmen, tüm bu süreci bize aktarırken filmini muhteşem anlar, muhteşem dokunuşlarla süslemiş (buradaki ‘muhteşem’ sözcüğünü trajedinin ifadesi anlamında kullanıyorum, yoksa yaşananların her birine en uygun sözcük ‘kahredici’). Eski öğrencileri Alexandre’ın onları ziyareti, albümlerdeki eski fotoğraflarda zamanın akışındaki yolculuk, Georges’un kendi çocukluk günlerinden bazı anıları paylaşırken, “Hâlâ sana anlatmadığım hikâyelerim var” demesi, Le Monde gazetesinden dünyanın hal-i pür melalini Anne’ı aktarması, giderek yaşlı kadında konuşma güçlüğünün başlaması, kızları Eva’nın tam bir modernist tespiti, “Bu çağda bu durumda elimizden bir şey gelmemesini anlamıyorum” soyunması, hastalığın giderek ağırlaşması, Anne’ın çocuklaşma safhasına gelmesi, Georges’un bir noktadan sonra sabrının tükenmesi ve sürekli yatağından “Acıyor” diye haykıran Anne’ın acılara son vermeye eylemi vs… Bütün bu sıraladığım sahnelerin her birinde belki ayrı okumalara soyunmak da mümkün ama asıl olarak yaşananların kendine özgü acılarını ve hissiyatını aktarmada son derece kilit roller üstleniyorlar.
Filme ilişkin Cannes sonrası Haneke’nin eski yapıtlarının genel çizgileri itibariyle “Bu kez şefkatli bir filme karşımızda” yorumları yapılmış. Doğrusu bu bakış açısı ilk elde haklı gibi dursa da meselenin kendi şefkatsizliği ya da hayatın acımasızlığı ‘Aşk’a ilişkin bu türden yaklaşımları geçersiz kılıyor.
Öte yandan filmi bu denli hissetmemizi de başrolleri paylaşan iki büyük oyuncunun unutulmayacak performansları sağlıyor. Georges’ta Jean-Louis Trintignant, Anne’de de Emmanuelle Riva muhteşemler. Özellikle Amerikalı eleştirmenler Trintignant’ı kendi okurlarına hatırlatırken eski işlerinden ‘Konformist’e (malum, Bertolucci’nin ünlü filmidir) referans vermişler. Şükür ki bu toprağın sinemaseverleri özellikle İstanbul Film Festivali sayesinde 1930 doğumlu oyuncunun neredeyse tüm filmlerini izleme şansına sahip oldular. Trintignant ‘Aşk’ta yaşlı bir burjuvanın, sevdiğinin gözleri önünde her gün parça parça yok oluşuyla nasıl başa çıktığının (ya da çıkamadığının) psikolojisini ve fiziksel açmazlarını unutulmaz bir performansla ortaya koyuyor.
Keza Emmanuelle Riva da Anne’de, benzer şekilde derin bir iz bırakıyor. Öykünün başındaki sakin, akılcı, yol gösterici kadının giderek çocuklaştığı ve acısını haykırışlarla ifade ettiği rolünde Trintignant benzeri bir başka unutulmaz performansa imza atıyor. Riva adına bir başka hoşluk da şu: Kendisi sinema yolculuğuna Alain Resnais’nin 1959 tarihli başyapıtı ‘Hiroshima, mon amour’la başlamıştı. 85 yaşında böyle bir geri dönüş herkese nasip olmaz sanırım. Ailenin kızı Eva’da Isabelle Huppert’i görmemiz de, ‘Piyano Öğretmeni’nden mülhem adeta ‘Yakın geçmişe saygı’ gibi duruyor.
Yaşlılığın acılarıyla baş etmeye kalkışmak ya da onlarla yaşamayı öğrenmek, tabii ki geçmişte de sinemanın kapısını çaldı. İnsanın aklına bu güzergâhta ilk olarak ister istemez, Oscarlar’a da boğulan, 1981 tarihli ‘Altın Göl’ (On Golden Pond) geliyor. Ama ‘Altın Göl’deki biraz naif ve Amerikanvari bakışın yanında ‘Aşk’ın duruşu, neredeyse ‘Kapkatı gerçekçilik’in ifadesine dönüşüyor.
Haneke’nin bir önceki çalışması ‘Beyaz Bant’ı benim için kusursuz bir başyapıttı. ‘Aşk’, ‘Beyaz Bant’ çapında değil belki ama şurası da bir gerçek, bence ‘2012’in en iyi filmi’. Kesinlikle kaçırmayın derim…
(radikal.com.tr, 28 Aralık 2012)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN