Post image
Mungan: En ciddi film bile bir çocuk masalıdır aslında

Uğur VARDAN
uvardan@hurriyet.com.tr

Hayatında sinemanın her daim yeri olmuş bir kalem ustasıdır Murathan Mungan. Son kitabı ‘Işığına Tavşan Olduğum Filmler’ izlediğimiz birçok yapıma farklı merceklerle bakmanın, ele almanın, sevmenin, katmanlarına ayırarak değerlendirmenin ipuçlarıyla dolu, zevkli ve öğretici bir okuma serüveni sunuyor. Mungan’la kitabından yola çıkarak sinema ve yedinci sanatın çeşitli koridorları üzerine söyleştik…

Uzmanlık alanınız ne olursa olsun, aynı sularda gezinen, farklı disiplinlerden başka seslere de mutlaka kulak vermek istersiniz. Bir Film eleştirmeni olarak Murathan Mungan gibi özel bir kalemin sinema üzerine yazdıklarına kayıtsız kalmak mümkün değildir tabii ki. ‘Işığına Tavşan Olduğum Filmler’ akıcı üslubu ve zevkli limanlarda dolaşmasının da etkisiyle bir çırpıda okuduğum ve ardından yazarıyla söyleştiğim bir kitap oldu. Sevgili Muhsin’in (Akgün)
stüdyosunda buluştuk, hem fotoğraf çekimini hem de sıcak bir muhabbetle söyleşiyi gerçekleştirdik…

◊ Sinema hepimizin hayatının içinde… Ama sizin yazma, düşünme, bizatihi içinde bulunma (senaryo) gibi saiklerle daha fazla alışverişiniz var. Murathan Mungan kendi cephesinden Lumiére Kardeşler’le başlayan ve bugünlere dek ulaşan bu sinema evreni hakkında, kendi ilişkisini de katarak neler söyler?

Sinema da tüm sanatlar gibi zamanla değişiyor. Sabit kalanla değişime uğrayanlar arasında yeni denklemler oluşuyor. Gözlerimi ‘her anlamda’ açık tutmaya, ‘ölü seyirci’ olmamaya çalışıyorum. Kitabın adındaki anlamından başka bir anlamı daha var tavşanın: Filmler beyazperdede koşturan birer tavşandır aslında, seyirci de o tavşanın peşinden gidip kuyulara düşen, hayallere, hülyalara dalan Alice… Bu anlamda en ciddi film bile bir çocuk masalıdır, benzer bir ritüel üretir. Benim için ‘iyi seyirci’ hem beyazperdeye hayranlıkla teslim olmuş, çocuk heyecanını koruyan hem de seyir görgüsünden geçmiş, gözünü terbiye etmeyi öğrenmiş kişidir.

‘Hâlâ söz sahibi değiliz’

◊ ‘Işığına Tavşan Olduğum Filmler’, Mungan’ın özel olarak sevdiği kimi yapımlar üzerinden hayata, hayatın görünen ve görünmeyen detaylarına ilişkin sinematografik, sosyolojik, psikolojik, ideolojik okumalarda bulunuyor. Siz, yazarı olarak kitabın dertleri üzerine olası okurlarına neler söylersiniz?

Bakmayı, görmeyi, seyretmeyi, düşünmeyi, gördüğünü yorumlamayı, olaylar ve durumlar arasında bağlantılar kurmayı, çıkarsamalarda bulunmayı hep önemsedim. Hayata da filmlere de aynı gözlerle bakarız. Bu nedenle gözün eğitimi önemlidir, görmeyi bilmek öğrenilebilir bir şeydir çünkü. Tüm kitaplarımda olduğu gibi bunda da okurlara kendi bildiklerimin ışığında el feneri tutmaya çalıştım. Bir çeşit sinemada yer göstericilik yapmak gibi…

◊ Kitapla hem edebi tatlar içeren hem de kişisel deneyimlerin ifadesi olarak karşımıza çıkan çok güzel saptamalar var. Benim en çok hoşuma gidenlerden biri de şu: “Sinemayı odağa aldığımızda üzerinde durulması gereken bir diğer önemli konu, bir filmi seyrederken gözümüze hangi merceği takmamız gerektiğini bilmektir.” Siz filmleri izlerken gözünüze genelde hangi merceği ya da mercekleri takıyorsunuz?

Her film aynı mercekle seyredilmez bence. Öncelikle filmin kendisi, ritmi, atmosferi, yönetmenin tutumu söyler bize hangi mercekle izlememiz gerektiğini, bazen türün doğasına ilişkin önbilgilerimiz, beklentilerimiz belirler. Bir ‘auteur’ (yaratıcı) sinema örneğiyle bir aksiyon filmini aynı gözler ve aynı beklentilerle seyretmezsiniz. Bir de filmin içinizde neleri harekete geçirdiği de önemlidir. Örneğin çocukken, bir filmi anlamadan da onun iyi bir film olduğunu sezer, hissedersiniz. O his sizi geleceğe hazırlar aslında. Örneğin (Michelangelo) Antonioni beni yeniyetmeliğe adım attığım yaşlarda bile büyülemişti.

◊ Kitaptaki onca güzel saptamanın arasında ‘İran sineması’nın kendi özgün sesini, şiir geleneği üzerinden bulma gerçeğine yaptığınız vurgu var. Peki ya bizim sinemamız… Muhsin Ertuğrul’lardan bugünlere uzanan bu büyük serüvenin gelişimini ve özgün sesimizi bulma uğraşımızı yorumlamanızı istesem…

Bugün ‘İran sineması’ dediğimizde yalnızca bir ülke sinemasına değil, adeta bir sinema akımına işaret etmiş oluyoruz, bu anlamda özel bir örnek. Bizim sinemamızın böyle karakteristik bir özelliği yok, başlangıç yıllarındaki tiyatro etkisi bir yana Amerikan sineması, Mısır filmleri etkisiyle biçimlenmiş eklektik bir yapısı var. Üç sanayi devriminin üçünü de kaçırmış bir ülke olarak yıllarca teknik altyapı olanaklarından uzak kalmış, stüdyolarını kuramamış, sektörleşememiş sonuçta. Lütfi Akad, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz gibi ustalar yıllarca mevcut koşullarda yapabildikleri kadar  çalışabilmişler. Geçmişte Alp Zeki Heper, Atilla Tokatlı, Cengiz Tuncer’lerden Metin Erksan’a ‘auteur’ sinema ataklarında bulunduysa onlar da yarım kalmış. İlk ‘auteur’ yönetmenimiz 90’lı yılların sonunda ortaya çıkan Nuri Bilge Ceylan. Elbette iyi yönetmenler yetişti, güzel filmler yapıldı, ama dünyada hâlâ bir ülke olarak söz sahibi değiliz. Edebiyatta da öyle. Nedenleriyse uzun açıklamalar gerektiriyor.

 

‘Okurlara bildiklerimin ışığında el feneri tutmaya çalıştım, sinemada yer göstericilik yapmak gibi’

◊ Bu aşamada kişisel tercihleri sorayım; şimdiki zamandan sizi heyecanlandıran, yeni filmlerini merakla beklediğiniz yönetmenler…

Ben aslında belgesel sinema konusunda dünyada ciddi söz sahibi olacak zenginlikte bir malzemeye sahip olduğumuzu, ama bunun yeterince değerlendirilmediğini düşünüyorum. Zeki Demirkubuz, Fikret Reyhan, Emin Alper, Seren Yüce, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu, Pelin Esmer, Özcan Alper, Berkun Oya, Tufan Taştan, Selman Nacar, Tunç Şahin, Mehmet Ali Konar, Zeynep Dadak, Gürcan Keltek, Ömür Atay gibi bir sonraki filmlerinde ne yapacaklarını merak ettiklerim var elbet. Bir de birkaç film sonra kendi engeline takıldığını düşündüklerim var ki onlardan da bir sürpriz bekliyor, istiyor insan.

◊ Sinemayı salonda seven bir kuşağın üyesiyiz. Ama artık o sevdiğimiz, ömrümüzün bir bölümünü geçirdiğimiz yerler yok. Eskinin güzelliklerinin yıkılarak ‘yeni ve görkemli’ adı altında betona olan ihtirasın göstergesi yapıların dikilmesine ne diyorsunuz?

Şehrin hafıza sembollerini silmek hâlâ şehirleşemediğimizin, uygarlaşamadığımızın işaretidir. Memlekette Menderes katliamıyla başlayan uzun bir süreç bu. Moğol kafası, ne kadar yakıp yıkarsam tarih benimle başlar yanılgısı. Sinemalar yalnızca film seyrettiğimiz mekânlar değil, şehre ruh ve hayat veren binalardı da… Bir ülkenin kültürel sürekliliğini, kuşaklar arası bağları güçlendiren, hatıra ortaklıkları sağlayan yapılar, mekânlar şehir işaretleridir. Güya büyük kentlerde yaşıyoruz ama hâlâ çadır söküp çadır dikiyoruz.

‘Zihinler formatlandı’

◊ Artık hayatımızda platformlar da var, farklı izleme biçimlerimiz ve filmlere ulaşma yollarımız… Bu konudaki yaklaşımınız nedir?

Dört koldan film bombardımanının, dünya ölçeğindeki bu artışın, filmleri diliyle, kurgusuyla tektipleştirdiğini düşünüyorum. Filmler birer klişeler antolojisine dönüştü, bilgisayar hileleri her şeyi sahteleştirdi, ancak yalnızca kişisel dünyalarıyla öne çıkan ‘auteur’ yönetmenlerin sineması sahicilik taşır hale geldi. Ticari sinema örnekleri, Netflix gibi kanallar zihinlere format attı. İnsanlar yalnızca filmleri değil, hayatı da bu formatta seyreder oldu. Seyircinin filmden beklentisi ‘fast food’ tüketim hızına endekslendi.

◊ Murathan Mungan’ın Yaşam serüveni bir filme dönüşse bu yapıtın yönetmeni kim olurdu? Ya da bu hayatı en iyi kim sinematografik ve atmosfer anlamında beyazperdeye taşırdı?

Hayatıma hangi açıdan bakılacağına göre değişir elbet. Ayrıca unutmayın, 40 yıldır ortada olmama rağmen ben hâlâ pek çok kişinin ezberleriyle etiketleyip bir rafa yerleştiremediği biriyim. Birbirinden farklı dünyaları aktarmada gösterdiği ustalık ve farklı türler arasında geçişim yapma becerisine bakılacak olursa en iyi seçim Ang Lee olabilir. Ne de olsa hayatımın bir yanı ‘Kaplan ve Ejderha’, bir yanı ‘Brokeback Dağı’, bir yanı ‘Buz Fırtınası’.

◊ Bugüne kadar birçok türde eser verdiniz. Bu eserlere sinemacıların ilgisi nasıldı?

Oyunlarımın, öykülerimin filme alınmasına izin vermediğim öğrenildiğinden beri teklifler çok azaldı, ama zamanında en çok film teklifi alan işim ‘Kırk Oda’ kitabımdaki ‘Boyacıköy’de Kanlı Bir Aşk Cinayeti’ adlı öyküdür. Yılmaz Güney de hapisteyken ‘Mahmud ile Yezida’nın çekilmesini istemişti.

◊ Son olarak bir sonraki çalışmanızı sorsam; türü ve mümkünse kısaca konusu…

Röportajların en sevdiğim sorusudur. 2023’ün ilk kitabı bir roman olacak, ‘995 km’. Çeşitli aralarla üzerinde yıllardır çalıştığım, 90’lı yıllarda Diyarbakır’daki faili meçhul cinayetleri konu alan bir tür siyasi polisiye roman. Cinayeti işleyen tetikçinin yanından Diyarbakır’dan Alanya’ya yapılan bir yolculuk hikâyesi.

◊ Filmler yarıştırılmak için çekilmez, ama festivallerden sinema dergilerinin en iyileri listesine kadar herkesin gönül sandığında yerleri sabit yapıtlar vardır. Sizin listenize girenler hangileri?

Klasikleşmiş filmleri listelemektense günümüz sinemasından sürekli radarımda tuttuğum uluslararası yönetmenleri saymış ve okurların dikkatini de onlara yönlendirmiş olayım: Andrey Zvyagintsev, Ruben Östlund, Paolo Sorrentino, Roy Anderson, Yorgos Lanthimos, Ryusuke Hamaguchi, Asghar Farhadi, Chloé Zhao, Dea Kulumbegashvili.

‘Son starımız Türkan Şoray’dı…’

◊ Sinemamızın yüz yılı aşan serüveni içinde star ışıltısını üzerinde taşıyan ve sizin için her daim el üstünde tutulması gereken isimleri (oyuncuları) sorsam…

Aslında çağımızda star devri bitti. Yalnız bizde değil, dünyada da böyle. Fransızların bir sözü vardır: “Tanrı’nın bütün prestiji ortalıkta fazla görünmemesidir.” Starlık da böyledir, her dakika göz önünde olan, her anı görüntülenen birinden star olmaz. Starlar kuytuda yaşar. Greta Garbo sinemayı bıraktıktan yıllar sonra bile stardı, çünkü hafızalara geri çekilmeyi göze almıştı. Ünlüsünüzdür, seviliyorsunuzdur, iyi oyuncusunuzdur ayrı konu ama starlık kişisel efsaneye sahip olmayı gerektirir, Marilyn Monroe gibi. Bizde Türkan Şoray son stardı. Bir de unutulan bir şey var, ‘star ışığı’ denen şey de yetenek gibi bir şey; ya vardır ya yoktur. Meşhur olunca star olunmuyor. Öte yandan gerçekten iyi oyuncularımız var, onları el üstünde tutmanın en iyi yolu, onlara iyi projelerde iyi roller yazmaktır bence.

‘Sinema Günleri benim için kıymetli hatıralar demektir’

◊ Sizin de kitapta altını çizdiğiniz gibi bugünkü birçok sinemaseverin bu sanata dair birikiminin en önemli okullarından biri ‘İstanbul Film Festivali’. ‘Sinema Günleri’nden ‘Festival’e uzanan çizgide, sizden nostaljik bir görüş istesem…

Sinema Günleri bende yer etmiş kıymetli hatıralar demek. Festival süresince kendimi kampa çeker, günde 3-4 film seyrederdim. Pek çok filmi hangi sinemada, kimlerle seyrettiğimi hatırlarım. Nicedir görüşmediğin insanlarla buluşma, heyecanını paylaşma olanağı da demekti. Festival bize ticari sinema örnekleri dışındaki ithal edilme şansı olmayan filmleri görme, uzak ülkelerin sinema örnekleriyle, bilmediğimiz yönetmenlerle tanışma şansı veriyordu. Dahası vizyona giren filmler sansürlü gösterilirken festivallerde sansürsüz gösteriliyordu. Kıtlıktan çıkmış gibi sinemanın birinden diğerine koşturuyorduk. Şimdi erişim kaynakları çoğaldı. Sanırım yaşamımızda pek çok şey gibi onun da eski büyüsü yok. Ama varlığını sürdürmesi, sinema kültürüne katkısı hâlâ çok önemli.

‘İddialı filmlerden iddiasının karşılığını beklerim’

◊ Kitapta kimi Amerikan filmleri üzerinde gezinirken onların aynı zamanda bir sistem aklayıcısı olarak görev üstlendiğine vurgu yapıyorsunuz. Bu filmlerdeki yaklaşım şu: Evet, birtakım hatalar yapılıyor, ama onlar sistemin değil, o an sistemin içinde ya da başında bulunanların hatasıymış gibi gösteriliyor. Böylelikle hem sistem aklanıyor hem de seyirci açısından ‘Bakın kötüleri perdede görebiliyoruz’ türünden bir ‘katarsis’ yaşanıyor. Bu önemli meseleyi de söyleşiye taşırsam genel çerçevede neler söylersiniz?

Kitapta uzun açıkladığım bu konuyu burada nasıl toparlarım, bilemiyorum. Temel mantık şu: Sistemin aksayan yanları olsa da kirli ve karanlık oyunların faturası ellerindeki gücü kötüye kullanan kişilere ve çevrelere çıkarılır. Mesele ‘sistemin doğasından’ değil, ‘insan doğasının’ kirli yanlarından kaynaklanıyordur. Karanlık işlere karışmış birkaç kişiyi kurban eder, yara almış adalet duygusunu onarıyormuş gibi yapar ve sonunda sistemin varoluşunu ve sürdürülmesini yeniden teminat altına alır. Tüm hikâye birkaç kötü adama karşı birkaç iyi kahramanın verdiği mücadele çerçevesine indirgenmiştir. Adalet sisteminin işliyor olması aynı zamanda bizi orada demokrasinin de işlediğine ikna eder. Amerikan sisteminde her şey nispidir, adalet de, özgürlük de, eleştiri de… Üstelik sistem kendi kirli çamaşırlarını tüm dünyaya satarak üstüne bir de para kazanır. Unutmamalı: Son tahlilde tüm Amerikan filmleri ‘Pentagon’ yapımıdır, fazlasına izin vermez.

◊ Murathan Mungan nasıl bir izleyicidir? Filmler, diziler, belgeseller; sürekli izler mi? Eğlenceli filmlere ne der, hep entelektüel içerikle yapımlar mı seyreder vs. Bu konuda neler söylersiniz?

Aslında her türün iyi örneklerini keyifle seyrederim. İnsan yiyen bitki, uzaydan gelen canavar, mezarından hortlamış hayalet tarzı korku filmlerine tahammülüm yoktur. Ben böyle şeylerden değil, insanlardan korkarım. Bir de sulu zırtlak komedileri seyretmem. Aksiyon ve polisiye filmlerini daha toleranslı izlerim, ama sanat kaygısıyla yapılmış iddialı filmlerden iddiasının karşılığını beklerim. Oyuncusu için seyrettiğim filmler de vardır, film matah olmasa da oyuncu hatırına seyrederim.

Gözde yönetmenlerimin her filmini mutlaka görmek isterim. İyi belgeseller heyecanlandırır beni, örneğin Wim Wenders ve J.R. Salgado’nun ‘Toprağın Tuzu’, Nathaniel Kahn’ın ‘Mimar Babam’ ilk aklıma gelenler. Kamera arkası, set arası görüntüler içeren yapımlara, sinema üstüne yapılmış belgesellere ayrı bir zaafım vardır. İskandinav ve İngiliz sinemasına, dizilerine meraklıyımdır.

◊ Zamane seyircisinin sinemayla ilgisini nasıl yorumluyorsunuz? Malum, günümüzde artık ‘Twitter eleştirmenliği’ diye bir kavram belirmeye başladı. Sanki filmler üzerine uzun yazılardan çok birkaç tweet’le işler hallediyor gibi…

İnternet kanalları, sosyal medya mecraları her konuda olduğu gibi bu konuda da kendi dinamiğiyle işliyor. İnsanlar aklına geleni yazacak elbet, oraları da kendi medyaları sonuçta. Yalnız o kanalların üç cümleyle her şeyi halleden sığlaştırıcı, indirgeyici özelliğine karşı zihinlerin uyanık olması gerekiyor. Üstünkörü yargılar kapsayıcı eleştiri yazılarının yerini tutmaz elbet.

◊ Kitabı okurken öncelikle ele alınan filmler hakkında farklı okumalarla karşılaşıyorsunuz. (Ki satır aralarınızda yer yer Berger’in ‘Görme Biçimleri’nden bahsediyorsunuz, ben ‘Işığına Tavşan Olduğum Filmler’i ‘Filmler Üzerine Okuma Biçimleri’ olarak da tanımlamak isterim.) Öte yandan her filme ve anlattığı dünyalara vurgu yapılırken Murathan Mungan’ın kendi dağarcığından, bakış açısından, hayat görüşünden de katkılar, yaklaşımlar görüyoruz. Bence bu kitabı çok daha değerli ve özgün kılan yan da bu. Sinemasever okurun dağarcığına katkı olması bakımından bu türden yaklaşımlar içeren ve sizin gönlünüze sinen, önerebileceğiniz başka sinema kitaplarının isimlerini istesem…

Son yıllarda bu tür kitaplarda niceliksel bir yoğunluk var. Kısa bir liste yapmak güç. Öte yandan yalnızca sinema üzerine değil görme-algılama biçimleri, drama, resim sanatı üzerine de okumak gerekiyor. John Berger, Pascal Bonitzer, Siegfried Kracauer, Y. M. Lotman, Peter Wollen gibi kuramcıların kitaplarının yanı sıra yönetmenler, akımlar, dönemler üzerine yazılan kitaplar da okunmalı. Bizden son yıllarda düzenli ve nitelikli verimleriyle dikkat çeken Umut Tümay Arslan’ın çalışmalarını beğeniyorum.

(Hürriyet Pazar, 11.12.2022)

 

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN