SİNEMANIN HAZİNELERİ
Atilla DORSAY
Fransız besteci Georges Bizet‘nin yine Fransız Prosper Merimee’den uyarladığı ünlü “Carmen” operası belki bu alanda en popüler olmuş eser sayılabilir. Bu 19. YY operası, 1943 yılında Amerikan bestecisi Oscar Hammerstein tarafından bir Broadway müzikaline dönüştürülmüş, 1954 yılında da kendine özgü yönetmen Otto Preminger eliyle bir film olmuştu.
Kuşkusuz Amerikan ırkçılık tarihinde apayrı bir yeri vardır filmin. Nasıl olmasın ki? Tümüyle siyahi (kibar deyimiyle’Afro-American’) bir kadroya sahiptir. Filmden dört yıl sonra Stanley Kramer ünlü “The Defiant Ones/Kader Bağlayınca” filmiyle aynı tema üzerine tam bir başyapıt yaratacaktır. Ama tüm bu çabalara karşın bir türlü azalmayan Amerikan ırkçılığı, 1968 yılında siyahi davasının en büyük önderi Martin Luther King’in öldürülmesine dek gidecektir. Günümüzde devam etmesi de ayrı…
AŞK ÜÇGENİ VE SAVAŞ
Çok özetle, Florida’da alabildiğine başına buyruk bir fabrika işçisi olarak çalışan Carmen’le asker Joe’nun ilişkisini anlatır film. Carmen yakışıklı Joe’ya tutulduğunda o içe dönük, utangaç Cindy Lou’yla flört halindedir. Tam bir aşk üçgeni… Fonda hep savaş sözcüğünün geçmesiyse olayların ikinci Dünya Savaşı sırasında yaşandığını duyurur.
Film Bizet’nin o unutulmaz aryaları ve Hammerstein’ın belli ölçüde eklediği müzik ve şarkı sözlerinin buluşmasıyla akıp gider. Siyahilerin yanı sıra birkaç açıdan modern feminizmin de dünyasıdır, özellikle Carmen’in temsil ettiği… Ona takılan isim de’Heat Wave’dir yani Sıcak Dalgası. Filmin en güzel sahnelerinden birinin o koreografik’kadınlar kavgası’olduğunu da hatırlayalım.
Pilot olma sevdasındaki yakışıklı Joe, ideallerine ve Cindy Lou’ya yaslanır. Ama o ‘elma yerken’ gelen ilk öpüşmeyle birlikte Carmen’e tutulur. Arada ünlü Toreador aryasıyla yapılan unutulmaz dans sahnesi filmin dayandığı geniş ekran-Cinemascope ile birlikte ölümsüzleştirir.
Araya başka erkekler de girer. Carmen’e tutulan, onu alıp Chicago’ya götürmek isteyen… Carmen o büyük aşkına mı dönecektir? Yoksa parlak bir gelecek ve bol para vadeden erkekler dünyasına mı?
Film; siyahi kesimde de var olan sınıfsal ilişkiler, kadın üzerindeki baskılar, tatmin edilemeyen egolar gibi temalara da yer verir. Bu siyahi kültüre adanmış ilgi çekici film, İngilizceyi de onlarınki gibi kullanır. “We were doing” denmez, “We was doing” denir. “The” yerine “De”denir ve öyle telaffuz edilir, vs, vs.
SESLER BAŞKALARINA AİT
Filmin tümüyle müziğe dayanması ve ana rolleri başkalarının seslendirmesi, elbette işi zorlaştırmıştır. Aslında iyi bir sesi olan ve müzik dünyasına ‘calypso’yu armağan eden Harry Belafonte bile kendi sesini kullanmaz. Sesini kullanan tek oyuncu Frankie rolünde karşımıza gelen yetenekli Pearl Bailey’dir. Onun dışında Carmen’i Marilyn Home, Joe’yu LeVern Hutcherson söyler.
Filmin en göz alan oyuncusu kuşkusuz ki Dorothy Dandridge’dir. Bu filmle Oscar’a aday olan oyuncu, sonraları da bir başka müzikal uyarlamasında, ünlü “Porgy and Bess”te rol alacaktır. Ne yazık ki 10 yıl kadar sonra hayatını kaybeder. Kimilerine göre intihar kimilerine göreyse aşırı uyuşturucudan…
Gökyüzünde çok az parlayıp sönen bir yıldızdır o. 1927 doğumlu Harry Belafonte ise ikinci filmi olan “Carmen Jones”tan sonra “Island in the Sun/Aşk Cenneti”, “Odds AgainstTomorrow/Yarın Tehlikede” “The Player/Oyuncular”,”White Man’s Burden/Beyaz Öfke”, “Kansas City” gibi filmlerde oynadı. Son filmi, 2018’deki Spike Lee imzalı “BlacKkKIansman/ Karanlıkla Karşı Karşıya”. Ve de inanması güç ama hâlâ hayatta!
Biraz da yönetmene bakalım: Otto Preminger (1908-1986) Avusturya kökenli bir sanatçı. Tiyatrodan 1930’larda sinemaya geçmiş, özellikle’40’lardan başlayarak”Laura/Kanlı Gölge”, “Fallen Angel/Lekesiz Aşk”, “Amber”, “Daisy Kenyon/Mücrim Gönüller”, “Where The Sidewalk Ends/Kaldırımlar Bitince”, “The Moon is Blue/Ay Mavidir”, “The Riverof No Retum/Dönüşü Olmayan Nehir” “The Man with the Golden Arm/Altın Kollu Adam”,”Saint Joan/Azize Joan”,”BonjourTristesse/Merhaba Hüzün”, “Porgy and Bess”, “Anatomy of a Murder/Bir Cinayetin Anatomisi”, “Exodus”, “Advise and Consent/Washington’da Fırtına”, “İn Harm’s Way/Kötülük Yolları” gibi birbirinden ilginç filmler yönetmiştir. Hiç Oscar adayı olmamasının gösterdiği gibi pek başyapıt üretmediyse de ben onu “100 Yılın 100 Yönetmeni” kitabıma almış, kitapta bu film için şöyle demiştim:
“1950’li yıllarda yeni açılan Yeni Melek sinemasında oynayan bu film, opera sevmez Türk seyircisini operayla buluşturan sukseli biryapım olarak kaldı.
GÖRKEMLİ BİR MELODRAM
Eleştirilere bir göz atalım, Time Out şöyle demiş: “Belli ölçüde ağır bir anlatım ve iki boyutlu kişilere karşın, yine de insan bu çabaya hayran olmaktan kendini alamıyor.”
Filmi hayli beğenen Leonard Maltin ise şunu yazmış: “Bizet operasının Hammerstein tarafından uyarlanması, baştan çıkarıcı müziği ve aynı ölçüde Dorothy Dandrıdge’in meşum kadınlığın son mertebesindeki oyunuyla görkemli bir melodrama dönüşüyor.”
Birde Pauline Kael’e kulak verelim: “Pearl Bailey kendi sesiyle söyleyen tek şarkıcı olarak “Gypsy Song”u söylerken yönetmen Preminger sanki oturduğu yerden zevkle dinliyor. Hepimiz gibi… Sonuç olarak sürükleyici bir şov ve Herbert Ross’un koreografisiyle Carmen Cavallade ve Archie Savage’in dans ekibinden de büyük destek almış.”
(Milliyet Sanat, 01.09.2022)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN