Doğuş SARPKAYA
Dünya çalkalanıyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla birlikte savaş bir kere daha her şeyin önüne geçmeye başladı. Bu esnada takım tutar gibi emperyalist bloklardan birinin yanında olanların, Avrupa’da 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana böyle vahşet yaşanmadı diyerek eski Yugoslavya’nın dağılmasıyla yaşanan acıları görmezden gelenlerin, burada sarı saçlı mavi gözlü insanlar ölüyor ağıtlarıyla Ortadoğu halklarına ötekiliklerini hatırlatanların sahne aldığı bir medya şenliği ile karşılaştık. Yine bilgi bombardımanının gerçekleri halının altına süpürüşünü takip ediyoruz. Büyük devletler ve şirketler bir taraftan nefreti körüklerken diğer taraftan tek geçerli özgürlüğü yani ticaret özgürlüğünü baki kılıyorlar. Üniversitelerde Tolstoy dersleri kalkar, yemek isimleri değiştirilir, Rusya karşıtı açıklama yapmadıkları için sanat insanları linç edilir ya da işlerinden kovulurken İngiltere ve Almanya’nın Rusya’dan gelen gaz ve petrolü ithal etmeye devam ettiğini öğreniyoruz mesela.
Sonda söyleneceği şimdiden ifade edelim: Savaş, sistemin kendisini yenilemesinin aracı olarak egemenler tarafından oynanan ve bedeli halka ödettirilen bir oyundur. Buna karşılık barışın sesinin daha gür çıkmasını sağlamak da insanlık görevi olarak önümüzde duruyor. Bu görevi amasız, fakatsız yerine getiren nitelikli edebi eserler ise doğrudan öyle bir amaçları olmasa bile, barış mücadelesine omuz vermeye devam ediyor.
Savaş ve roman
İnsanlık tarihi aynı zamanda savaşlar tarihi olduğu için bu konuda pek çok roman yazıldı. Tabi ilk akla gelen kitap kaçınılmaz olarak Lev Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı. Gerçekçi edebiyat şaheseri olan kitap savaşın bir toplumu nasıl paramparça ettiğini de anlatmayı başarır. Fakat romanda oldukça fazla yer tutan karşılıklı taktiksel hamlelerin analizi savaşın vahşetinin yeterince yansıtılmasını engeller. Vahşetin dolaysız bir şekilde anlatılışı için bir sonraki yüzyılı beklememiz gerekir. Leonid Andreyev’in, dünyayı kitlesel bir histeriye sürükleyen büyük harplerden önce 1904’te yaşanan Rus-Japon Savaşı’nı anlatan Kızıl Kahkaha’sı, 1. Dünya Savaşı’nın korkunçluğunu merkeze alan Erich Maria Remarque’ın Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u, yaşanılan dehşetin tüm yaşama nasıl yayıldığını vurgulayan Ernest Hemingway’in Silahlara Veda’sı ilk elden sayılabilecek romanlar.
2. Dünya Savaşı ile birlikte ise kitlesel çıldırışın farklı boyutlarını görme talihsizliğini yaşadı insanlık. Edebiyatçılar da bu duruma sessiz kalmadı. Farklı ülkelerin yazarları yüzlerce roman kaleme aldı. Tek tek sayıldığında bu yazının kapsamını oldukça aşacak bu eserlerin çoğunun ortak noktası ise insan ruhunda açılan yaraların nasıl iyileşmez olduğunu vurgulamalarıydı. Mesela J. G. Ballard’ın otobiyografik romanı Güneş İmparatorluğu, Jean-Paul Sartre’ın Özgürlüğün Yolları serisi, Primo Levi’nin Bunlar da mı İnsan’ı savaşın farklı yüzlerini merkeze alan romanlar olarak öne çıktılar. Mesela Ballard masumiyetin yıkılışını anlatırken, Sartre savaş öncesi aptallığa varan iyimserliğe odaklanmıştı. Primo Levi ise insan kötülüğünün dipsizliğini Nazilerin toplama kamplarında yaptıklarını kaleme alarak gözler önüne sermek zorunda kaldı.
Bugünün savaşları ve roman
Bugün ise dünyanın dört bir tarafında yaşananlar iki büyük savaşın insanların akıllanmasını sağlamadığını gösteriyor. Savaş çığırtkanlığı yapan zenginlerin hırslarını tatmin etmek için yoksul insanlar canlarını vermeye gönderiliyor. Bu çatışmaların insanda yarattığı kırılmaların farklı biçimleri de edebiyatın konusu olmaya devam ediyor. Çoğunlukla savaşların kaçınılmazlığını ve iyilere karşı kötüler ikiliğini işleyen, anlatısını büyük oranda savaş estetiği üzerine kuran fantastik edebiyatta da barışı savunan bir damar oluşmaya başladı. Bu damarın filiz vermesinde Ursula K. Le Guin’in büyük emeği olduğunu vurgulamalıyız. Onun takipçisi sayabileceğimiz Anthony Ryan’ın Kuzgunun Gölgesi serisinde savaş karşıtı bir asker olan Vaelin Al Sorna’nın hikayesi anlatılıyor mesela. Kitap boyunca sayısız maceradan geçse de kahramanımızın barış arayışı hiç bitmiyor. Romandaki neredeyse savaş görmüş tüm karakterler bir konuda hemfikir: Savaş sadece kan ve bok. Ryan, en ‘cesur’ ya da acımasız olduğunu düşündüğümüz roman kişilerinin savaş karşıtlığını kullanarak, şan, zafer gibi içi boş kavramları romanının dışına atıyor.
Son dönem savaş karşıtı yazında sıklıkla dillendirilen bir nokta ise ezilenlerin kendi karşıtlarına dönüşme potansiyeli. Savaş aygıtının herkesi kendi çirkefine çekme tehlikesine dikkat çeken bu eserler ezilenlerin mücadelesinin neden ezenlerin vahşetiyle eşitlenmemesi gerektiğine de dikkat çekiyorlar. Mesela Daniel Alarcón’un Kayıp Kentin Radyosu romanı tam da bu uyarıyı yaptığı, bu uyarıyı yaparken de adil davranmayı başardığı için önemli bir eser. Alarcón savaşın bir süre sonra insani olan her şeyi silip atan çarkları içerisinde devrimcilerin de hatalar yapabildiğini sıklıkla vurguluyor romanında. Kimi yazarlarda ise bu tarz değinmeler ezilenler ile ezenlerin, ne nitelik ne de nicelik olarak birbirine benzemeyen kötülüklerini eşitlemeye kadar varabiliyor. Alarcón’un derdi ise böyle bir eşitleme yapmak, vicdan solculuğu oynamak ya da yenilgi sonrası günah çıkarmalarda ön saflarda yer almak değil; yazar, savaşın anlamsızlığını ve savaşın yol açtığı yaraların nasıl tüm bileşenlerin iliklerine işlediğini vurgulamak istiyor.
Çocukların trajedisi
Diğer taraftan savaşların açtığı yaralar en çok çocukların yaşamını etkiliyor. 21. yüzyılda da bu yaraların sarıldığını iddia edemeyiz. Rusya’nın saldırısı sonrası Ukrayna’yı terk eden mültecilerin neredeyse yarısı çocuk. Çatışmalar esnasında ölen sivillerin arasında yüzlerce çocuk olduğu söyleniyor. Çocuk askerler konusu ise bambaşka bir trajedi. Uluslararası kuruluşlar, bu yüzyılın başında dünyanın dört bir yanında iki yüz elli binden fazla çocuk askerin olduğunu rapor ediyor. Büyük çoğunluğu zorla askere alınan çocukların yetişkinlere göre daha fazla sayıda can kaybı yaşadığı, sakatlanma oranlarının yüksek olduğu, psikolojik travma geçirdikleri ve topluma yeniden katılmakta zorluk çektikleri de sıklıkla vurgulanıyor. Ukrayna’daki savaşın da çocuk askerler yaratmasından endişe ediliyor.
Çocuk askerliğin az gelişmiş ülkelerin savaşlarının bir gerçeği olduğu yanılsaması ise başlı başına bir sorun. Sara Novic Savaştaki Kız romanında tam da bu önyargıyı hedef alıyor. 1991’de başlayan Hırvatistan Savaşı’nı merkeze alan roman Avrupa’nın ortasında çocuk askerlerin nasıl yaratıldığını anlatıyor. Bu dönemde yaşananları bir kız çocuğunun gözünden anlatan Savaştaki Kız çocuk askerliğe dair edebiyat alanındaki sessizliği bozan önemli eser olarak dikkat çekti. Romanın önemli vurgularından biri ise savaştan uzakta yaşayanların kötülükle yüzleşmek konusundaki isteksizlikleri. Kötülükle yüzleşip ona karşı bir bilinç oluşturmak yerine hiçbir şey olmuyormuş gibi hayatına devam etmek insanların hayatta kalma stratejilerinden birine dönüşmüş durumda. Vahşeti doğrudan anlatmak ise bu stratejiye vurulan bir darbe, görmezden gelme oyunu esnasında yapılan mızıkçılık olarak görülüyor. Novic bu tavrı eleştirirken aynı zamanda insanlığın evrensel değerlerini içselleştirdiğini iddia ederken, neden olduğu mağduriyetlerin sorumluluğunu almayan Batılı bakış açısını gözler önüne seriyor.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla birlikte tüm dünyanın gündemi yine savaş oldu. Son dönemde sanki hiç yaşanmıyormuş gibi görünen, uzak ülkelerde gerçekleşen bir oyun gibi izlenen savaşlar yeniden görünürlük kazandı. Edebiyat ise egemenlerin istediği zaman duyarlı olma, istemediğinde görmezden gelme oyununa karşı uyanık olmayı, gözlerini kaçırmadan gerçeklere bakmayı sürdürüyor. Tolstoy’dan Novic’e Ursula K. Le Guin’den Anthony Ryan’a pek çok yazar okurlarını inadına barışı savunmaya davet ediyor.
(Birgün Kitap, 11.03.2022)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN