Fikret İLKİZ
24 Ekim 1945 Birleşmiş Milletlerin kuruluşudur…
Milyonlarca insanın yitirildiği, en korkunç insan hakları ihlallerinin sistematik biçimde yaşandığı II Dünya Savaşı’nı yaratan Hitler ve en yakın arkadaşı, Avrupa’nın ilk faşist diktatörü Benito Mussolini’den beklenti neydi?
Savaş ve faşizmin ustaları dünyayı kan gölüne çevirdi. Geriye bıraktıkları acı ve gözyaşı!
ABD’de (7.10.1944) yapılan toplantıda kabul edilen “Dumbarton Oaks Önerileri” ile “Bir Genel Uluslararası Örgüt Kurulması için Öneriler” BM Şartının taslağıdır. Daha sonra Yalta/Kırım Konferansında şekillenen ve 12 Ana bölümden oluşan önerilerin başlangıcında adı “Birleşmiş Milletler” olan uluslar arası örgütün kurulmasının zorunlu olduğu kabul edilmiştir.
Önerilerin tartışıldığı Konferans 25 Nisan 1945’te San Francisco’da toplandı. Tartışmalar haziran ayında sona erdi. Türkiye dahil 51 ülke 25 Haziran 1945 tarihinde “Birleşmiş Milletler Antlaşması”nı imzaladı. Avrupa’da II. Dünya Savaşı sona ereli 50 gün olmuştu. Hiroşima ve Nagasaki’ye atılacak atom bombaları ile Dünya üzerinde “savaşın” sona ermesine ise daha 42 gün vardı.
24 Ekim 1945 tarihinde yürürlüğe giren BM Anlaşmasının üzerinden yetmiş beş yıl geçmiş.
İnsanlığın beklentisi neydi?
Dünyanın her yerinde, konuşma ve ifade özgürlüğü…
Dünyanın her yerinde, herkesin kendi istediği biçimde tanrısına tapınma özgürlüğü…
Dünyanın her yerinde, yoksulluktan kurtulma özgürlüğü…
Dünyanın herhangi bir yerinde, korkudan kurtulma özgürlüğü…
Dünyanın her yerinde barış ve adalet…
BM Antlaşması savaşa karşı barışın umududur. İnsan haklarını temel alan Birleşmiş Milletler Örgütü, insanlık ailesinin tüm üyelerine “ırk, cinsiyet, dil ve din ayrımı gözetmeksizin” herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygı ve demokrasi temelinde uluslar arasında barışı kurma çağrısının örgütlenmesidir.
24 Ekim 1945 tarihi, insan haklarına giden yolu açmıştır.
10 Aralık 1948 tarihli BM Genel Kurul kararıyla Evrensel İnsan Hakları Bildirisi kabul edilmiş ve başlangıç bölümünde BM şartına yer verilmiştir.
Başlangıç bölümünde insan/kişi onuru ve insanların eşit ve devredilmez haklara sahip olduğu vurgulanmış ve böylece dünyada özgürlük, adalet ve barışın tesisi arasında bağ kurulmuştur.
10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olarak insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı gösterilmesi, korunması, geliştirilmesi için ortak bir anlayış oluşturulmasında; her birey ve her organ görevli sayılmıştır. Başlangıç bölümünde “insanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya zorunlu kalmaması için, insan haklarının hukukun üstünlüğü yoluyla korunmasının zorunluluk olduğuna” yer verilmiştir. Böylece “zulüm ve baskıya karşı direnme” hakkı “insan haklarının hukukun üstünlüğü yoluyla korunmasının zorunluluğu” uluslararası insan hakları belgesinde ilk kez yer almıştır ve “hukukun üstünlüğü/hukuk devleti” kavramının insan haklarına dayanan bir rejimin olmazsa olmaz koşulu olduğu kabul edilmiştir (Gemalmaz; 2010).
Yargıdan yetmişbeş yıldır dünyanın ve insanların beklentisi neydi?
Herkes, haklarının ve yükümlülüklerinin ve kendisine karşı herhangi bir suç isnadının (hukuksal) karara bağlanmasında tam bir eşitlikle bağımsız ve tarafsız bir yargı yeri tarafından adil ve aleni/(açık) olarak yargılanma hakkına sahiptir (İHEB Madde 10).
Adliye saraylarındaki mahkemeler durduğu yerde duruyor ve sürekli varlar.
Bazı zamanlar ve yaşadıklarımız bir oyun gibi, bazen bir konserin verildiği orkestra gibi.
7 Mayıs 1824’te Viyana’da Karntnerthor-Theather’da seslendirilen Beethoven’ın 9. Senfonisi, Kral Friedrich Wilhelm’e ithaf edilmiştir. Senfoninin son bölümü Shiller’in Neşeye Övgü (1785) şiirinin bestelenmiş halidir.
“Neşe, Tanrıların güzel kıvılcımı / Ey Elizyum kızı/Giriyoruz coşkuyla, / Senin ilahi, kutsal mabedine! / Senin büyünle birleşir/Geleceğin acımasızca ayırdığı;/Tüm insanlar kardeş olur/
Yumuşak kanadın altında.”
19 Ocak 1972’de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Beethoven’in 9. Senfonisinin sonundaki Neşeye Övgü bölümünü Avrupa Birliği’nin resmî marşı olarak kabul etmiştir.
Beethoven’ın 9. Senfonisi dünyanın neresinde çalınırsa çalınsın alkışlarla karşılanır.
Şimdiki zamanda insanlığın barış ve adalet beklentisinin kökleri geçmiştedir, geleceğin kökleri de şimdiki zamandadır. O yüzden işin en zor kısmıdır alkışlamak ve beklemek…
Oyun başlar, konser başlar ve beklentilerinizle baş başa kalırsınız. Oyun bitmiştir, konser sona ermiştir. Bütün oyuncular sahnede selam vermeye çıkarlar, alkışlanırlar.
Her oyunun, her konserin sonunda sanatçılar önünüzde eğilirler, alkışlarsınız. Alkışlanan oyuncular alkışları hak etmişlerdir ve memnuniyetle gülümserler, çünkü şimdi gerçek zamandır. Alkışlar çoğaldıkça birkaç kez sahne alırlar. Alkışlarken bazen yüreğiniz dolar, gözleriniz bile nemlenir. İki eliniz birbiriyle buluştuğunda çıkan ses, memnuniyetinizdir. Konser sizin içindir, şimdi sıra orkestrayı yöneten şefi ve eseri icra eden orkestrayı alkışlamaktır. Sahnelenen sizin hayatınızdır.
Alkışlarınızla…
2011 yılı Tiyatro Günü Bildirisi’ni Ali Poyrazoğlu yazmıştı (Psikeart. Gürol Tonbul. Sayı 63.2019.syf 88). “Biz oyuncular her akşam geliriz sahnenin üstüne, ellerimizle insanla ilgili bir düğümü olan rengarenk yün çilelerimizi takarız, başlarız açmaya. Yünün bir ucunu da sizlere, sahneden aşağıya sizlere uzatırız. Onlar da başlar sarmaya, top yapmaya. Biz açarız onlar sarar, biz açarız, sizler sararsınız sayın izleyiciler, saygıdeğer seyirciler.
Biz açarız çileyi, siz sararsınız. Biz asılırsak da yün topar, seyirci çok asılırsa da…İki taraf da büyük bir dikkatle işini yapar. Oyunun sonunda bizim elimizdeki yün çileleri biter. Yünün ucu sahneden salona kayar…
Ve sevgili seyirciler, çıkar gidersiniz tiyatrodan yüzünüzde çiçek açmış gülücüklerle, zihninizde bir renkli yün topçuklarıyla.
Sorarsınız; Ne kaldı bende oyundan geriye? Ne kaldı bende?”
Geriye ne kaldı yargıdan?
Neler umduk, neler bekledik insan hakları adına ve karşılığında ne bulduk ki yargıdan?
Bir arpa boyu yol almış olsa bile İnsan Hakları Evrensel Bildirisini hatırlayın!
Bir mahkemeden çıktığınızda ne zaman yüzünüzde çiçek açmış gibi gülücükler vardı?
Ve zihninizde bin bir renkli rengârenk yün topçukları, dilinizde türkülerle, Neşeye Övgü’yü mırıldandınız mı?
Bir sorgulayın kendinizi! Sorun etrafınıza.
Haz duyabiliyor musunuz, tıpkı bir tiyatro, tıpkı bir senfoni dinledikten sonra geriye kalan hazlar için; yargıdan geriye ne kaldı bende, sende, onda, bizlerde ve hepimizde!
Adliye sarayları dedikleri mekanlardaki mahkemelerde görülen davanız bittiği zaman güzel bir tiyatro, harika bir konser izlemiş gibi mi hissediyorsunuz kendinizi?
Yoksa olup bitenler kötü bir oyun, berbat bir senfoni mi?
Olup bitenler dönüp duran bozuk bir plak gibi! Boyuna aynı plağı çalıyorlar. Bozuk plaktan çıkan sesler cızırtılı, düzensiz, özensiz, muhalefetsiz ve iktidarsız ama sürekli aynı plak çalınıyor ve dönüp duruyor.
Aslında durumumuz bir eziyet. Mecbur tutulmuşuz, dinler gibi yapıyorsunuz. Mecbur tutulmuşuz izlemeye…Beğensek de beğenmesek de!
Dinleyemiyorsunuz, kulaklarınızı tıkasanız da duyuyorsunuz. Büyük bir azap ve sinir içinde kalıyorsunuz. Çıkan sesler cızırtıdan ibaret, hiçbir ahenk yok. Kaba gürültüye razısınız. Oyun gibi bile değil sanki…
Anlaşılabilir olmak gereklidir ve alkışlanır. Yargının hiçbir anlaşılırlığı kalmamıştır.
Yargıyı yönetemiyorlar. Ezberler üzerine kurulu yargının her şeyi bozuk plak gibi…
Çıkardığı sesler cızırtılı, ahenksiz, çok gürültülü, ürkütücü…
Sanki hep mahkumsunuz ve yargıdan hiçbir beklentiniz kalmamış; ne vicdan ne adalet.
Yargı iyiliklere değil, adalet duygusuna değil; sanki kötülüklere aç…
Bizim memleketimizde önce vicdanlar körelmiş, bir kıymeti yok. Bir yararı olmaz adalete; çünkü insanın kıymeti kalmamışsa beklemek boşunadır, kıymetsizdir.
Kaf dağının ardındadır adalet, göremezsiniz.
Bir dirhem adaleti bulunca sevincinizden neşe içinde alkışlarsanız, birkaç damla gözyaşınız bile vardır hala dökülecek; ama çok kızarlar ve mekândan atmakla tehdit edilirsiniz. “Susun, alkışlamak yasak” diye azarlanırsınız. Halinizi bilmeyen ve çektiklerinizi anlamayanlar anlamazlar neden alkışladığınızı.
Alkışlamakla duruşmanın mehabetini bozmuş olursunuz…
Alkışlarla sevincinizi gösterdiğinizde; “davranışları nedeniyle hazır bulunmasının duruşmanın düzenli olarak yürütülmesini tehlikeye sokacağı anlaşıldığından” bir kanunun bir numarası söylenir ve bu cümleler yazdırılır tutanaklara, duruşma salonundan atılacağınız ihtar edilir sözlü olarak… Bazen değil, sıklıkla zorla atarlar zaten.
Sonra mehabeti bozulmamış duruşmayı bitirirler, kimse kalmamıştır.
Zihniniz özgürdür…
Sanıklar ve dinleyiciler alkışlıyorlar yargıyı…
Yargı, neden alkışlandığını bir türlü anlamıyor.
Düzen bozuldu, duruşmanın mehabeti bozuldu zannediyor. Ne büyük bir yanılgı!
Bilmiyorlar ki…
Zora ve baskıya karşı hukukun üstünlüğü amacıyla başkaldırının alkışlarıdır duyulan sesler.
Elleriniz kelepçeliyse alkışlamak zordur.
Olsun, zor olsa bile inadına alkışlıyorlar; ama artık protesto etmek için.
26 Ekim 2020
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN