Prof. Dr. Yakut Irmak Özden
Bu yazımın başlığı, Anadolu’da yaygın bir gelenekten, canlı bir sohbet ani bir sessizlikle bölündüğünde bu durumun “kız doğdu” biçiminde yorumlanmasından esinlendi. Bu yorumun salt ülkemize özgü olduğunu sanmayalım. Geçende aynı ifadeye Güney Amerikalı yazar Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” kitabında da -biraz da şaşırarak- rastladım.
Geri kalmışlığın göstergesi
1985’de Nairobi’de yapılan “Dünya Kadın Forumu”ndan dönüşte, izlenimlerimi Cumhuriyet okurlarıyla paylaştığım makalemde, şu başlık altında özetlemeye çalışmıştım: “20’nci Yüzyılın Son Çeyreğinde Kadınlığın Güzelliği ve Sefaleti”…
Ne yazık ki aradan geçen 30 yılı aşkın sürede, dünyamızda kadınlar açısından yeterince olumlu değişikliklerin gerçekleştirilemediğini görüyoruz. Şu sıralarda Dünya Emekçi Kadınlar Günü tüm dünyada medyanın gündemini kadına odaklıyor. Ülkelerin bir bölümünde kadına özgü sorunlara öncelik verilip, bunlara çözüm yolları tartışılırken, Türkiye gibi İslam kültürünün hâlâ baskın olduğu ülkelerde kadının eş ve anne özellikleri ve aile içindeki konumu öne çıkarılmakta… Elbette yeryüzündeki yegâne eşitsizlik kadınla erkek arasındaki değildir. Eşitsizlik konusu bana hep Orwell’in “Hayvan Çiftliği” yapıtındaki anayasayı anımsatır: “Tüm hayvanlar eşittir” diye başlayan bu anayasa “Ancak bazı hayvanlar daha fazla eşittir” diye devam eder. Bireylerin yararlandıkları olanaklar bir yandan içinde yer aldıkları toplumun gelişmişlik düzeyine, öte yandan da bu toplum içinde bulundukları sosyo-ekonomik sınıfa göre farklılaşır. Bir toplum ne kadar geri kalmışsa, kadın-erkek eşitliğinden o denli uzaktır.
Yoksulluğun olduğu yerde en yoksullar genellikle kadınlardır. Önyargıların baskın olduğu ortamlarda da bunlar karşısında en fazla ezilen gene kadınlardır. Belli bir ülke içindeyse de, bu eşitsizlik sosyoekonomik sınıflamada tepeden tabana doğru giderek büyür. Ama derecesi ne olursa olsun, tüm dünyada ortalama olarak kadın erkeğe göre yaşama daha büyük sosyal handikaplarla başlar ve bu engellere yaşam boyu da maruz kalır. J.S.Mills’in, “Bir toplumda uygarlık düzeyini anlamak istiyorsanız hemen o toplumda kadınların yerine bakınız” deyişi ünlü ve kuşkusuz genel olarak da geçerlidir.
İkinci sınıf birey
Bununla birlikte 19. Yüzyılın göreceli olarak en gelişmiş iki ülkesinde, İngiltere ve Fransa’da, kadın yazarlar yapıtlarını hâlâ takma erkek adlarıyla yayımlamak durumundaydılar. Fransa’da asıl adı Aurore Dupin olan George Sand ve İngiltere’de George Eliot gibi… Gene İngiltere’de Jane Austin çözümü yapıtlarını cinsiyetsiz bir isimle –Curor Bell– imzalamakta görmüştü. Aynı yüzyılın sonuna doğru Fatma Aliye Hanım Fransızcadan çevirdiği bir romanı “Bir kadın” diye imzaladığında Osmanlı toplumunda büyük bir şaşkınlık ve yaygın bir tepkiyle karşılaşmıştı. Bilindiği gibi, kadının “ikinci sınıf” birey durumuna düşmesi, Engels’in deyimiyle “tarihsel yenilgisi”nin kökenleri tarihin derinliğinde, insanlığın özel mülkiyete geçiş aşamasına dayandırılır. Altyapıdaki bu köklü değişimi izleyerek yaygınlaşan tektanrılı dinlerde, -Âdem’in kaburgasından yaratılan Havva imgesiyle-kadın, yalnızca erkeğin bir tamamlayıcısı, ona referansla tanımlanan, bir anlamda “ikinci sınıf” bir varlık özelliği edinmiştir. Gene tüm tek tanrılı dinlerde, kadın ancak “ana” kimliğiyle tam bir saygınlığa kavuşabilir. Kadının cinselliği suç ve günahla içiçe sayılır. Cennette Adem’i kandırarak ona yasak meyveyi yediren Havva değil midir? Hıristiyanlığın, temelde kadının cinselliğine İslamiyetten de daha yargılayıcı, suçlayıcı bir yaklaşım içinde olduğu söylenebilir. Kanımca, Hıristiyanlığın en kutsal kadını olan Meryem Ana’nın Hazreti İsa’ya bakire olarak, yani cinsellik yaşamadan gebe kalmış olması kadının ancak cinsellikten arındırılmış bir “ana” olarak tam bir saygınlığa kavuşabileceğinin simgesel bir ifadesi sayılabilir. Nitekim, Türkçemizde bir bireyden söz ederken “erkek” sıfatını kullanmak hiç de kaba ve yakışıksız sayılmazken, “kadın” sözcüğü sanki hakaretle yüklüymüş gibi, onun yerine “bayan”ın kullanılmaya çalışılması, ”kadın”ın ancak birey olarak doğallıkla içerdiği cinsellikten arındırıldığında saygınlık kazanabileceğinin göstergesidir.
İyimser inanç
Cumhuriyetin ülkemiz kadınlarına, pek çok gelişmiş ülkeden önce temel yasal haklar tanıyarak kadın-erkek eşitliği yolunda önemli adımlar attığı hepimizce bilinen bir gerçektir. İsmet İnönü’nün 5 Aralık 1932’de Meclis’te yaptığı konuşmada, İstiklal Savaşı’mızın ilerde bir Kurtuluş Savaşı olarak anılacağını ve bu kurtuluşun tarihe her şeyden önce kadınların kurtuluşu olarak geçeceğini ifade etmiş olması anlamlıdır. Öte yandan Atatürk’ümüz de her vesileyle kadınları bir yandan sözleriyle yüceltirken, –“yeryüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir” deyişini hatırlayalım- öte yandan o güne kadar kadınlara en uzak sayılan kimi meslekleri onlara açarak -Sabiha Gökçen’in dünyanın ilk kadın savaş pilotu olması gibi- kuşkusuz tüm Türk kadınlarına büyük bir özgüven kazandırmıştır. Ne yazık ki günümüzde, Cumhuriyetin her alanda gerçekleştirdiği birçok ilerici hamlede olduğu gibi, kadın haklarında da bir karşıdevrim dönemi yaşamaktayız. Kadına yönelik haksızlıklar ve maruz kaldığı eşitsizlikleri gidermek amacını gütmesi gereken temel kamu kuruluşumuzun, kadının varlığını ancak bir aile bireyi olarak kabullenen bir anlayışla, “Aile ve kadın” bakanlığına dönüştürülmüş olması, kadının ancak “erkeğin saygı görecek eşi” olarak yetiştirilmesinin hedeflenmesi, bu karşıdevrim akımının göstergeleri arasındadır. Ne var ki, tarihte hiçbir karşıdevrim hareketi, kendisini önceleyen devrimlerin sağladığı gelişmeleri tümden yok edememiş, yalnızca ilerleme sürecini yavaşlatarak zaman kaybına yol açmıştır. Yazımı bu iyimser inançla bitirirken, tüm emekçi kadınlarımızın kendilerine adanmış bu özel gününü, haftasını kutluyorum.
(Cumhuriyet Olaylar ve Görüşler, 10.03.2020)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN