Post image
İnsan öldürür

 

Onur AKYIL

Yok etmenin, üstelik toplu halde yok etmenin, bunun yöntemini bulmanın, o yöntemi kusursuz bir biçimde uygulamanın bir zekâ, bir bilinç gerektirdiği elbette açık; ama burada yanlış bir şey yok mu?

Ocak 2019’da Ayrıntı Yayınları etiketi ile okurla buluşan Abram De Swaan’ın Kitle Katliamları isimli çalışması, insanlığın acı gerçeklerini anımsamamız açısından oldukça önemli.

Muhtelif ve muhtemel tarih okumalarının arasından damlayan kanın çoğu zaman kimin kanı olduğunu önemsemiyoruz çünkü. Hele ki damlayan bu kan uzakların, uzaklardaki kalabalıkların kanıysa kırmızısı açıkçası hepimiz için daha da soluk oluyor, soluklaşıyor.

Oysa öldürmenin kendini bir toplumsal değişim, dönüşüm yöntemi olarak kabullendirmesi hiç de yeni bir şey değil. Tarihin, henüz tarih olmadığı zamanlarda bile, yabancının acısının üstüne inşa edildiğini, yabancının da zaman içinde var olmak adına ölüme ölümle karşılık vermeye kalkıştığını da biliyoruz.

Fakat elbette şaşmayan bir şey var; tıpkı doğanın izleğinde olduğu gibi benzerler benzerleri için öldürüyor. Swaan’ın çalışmasında bir çeşit özdeşleşme hali olarak okuduğu bu şey, kimin olduğunu bilmediğimiz, üstüne pek düşmediğimiz, düşünmediğimiz kanın sorumlusu.

İlginizi çekebilir: Unicorn Store’dan ilk fragman yayınlandı
Swaan çalışmasına muhtemelen okuru kavramak ve okurun da çalışmayı kavraması için, bildiğimizi düşündüğümüz ama yanılma hakkımızın da sürekli işlediği basit gerçekler üzerinden başlıyor. İnsanların bir araya gelmelerinin, birlikte yaşamaya çalışmalarının eninde sonunda vahşiliğin genel kurallarıyla kesiştiğinin altını çiziyor.

Toplu halde olmanın işleyiş ve genel kabul açısından mutlaka bir liderlik, bir hiyerarşi vaat etiğini söylüyor. Bu meselenin işlemesi açısından da sembolleri, değerleri ve benzeri ayrıntıları keşfediyor, inşa ediyor ve kullanıyor insanlık.

Bu ortak değerlerin kitle kontrolü üzerindeki rolünün altını çiziyor; itibarın, birlikte yaşanılan toplumdan elde edilecek itibarın, topluluk bireylerinin cinayet işlemesi açısından, vahşeti kutsaması açısından ilk adımlardan biri olduğundan bahsediyor.

Bu durum elbette zaman ve koşullar açısından değerlendirildiğinde, topluluk içindeki üç beş kişinin ‘hayati’ meseleleri olmaktan çıkıyor ve toplumun bütününü elen alan, toplumu bu anlamda yönlendiren, sarsılmaz doğrulara dönüşüyor. Swaan çalışmasının önemli bir bölümünü, bahsettiğimiz bu işleyişi oldukça başarılı bir biçimde, açıklamak için kullanıyor.

Bu bölümden sonra Swaan’ın eğildiği nokta yine bir ‘doğru bilinen’ yanlışlar silsilesi etrafında şekilleniyor. İnsanlığın ‘ilkel’ diye tabir ettiğimiz dönemlerinde de şiddetin toplumsal alandaki ektisinin oldukça yaygın bir görüntü çizmesi meselesini ele alıyor ve modern toplumla ilkel toplum arasındaki farkın, söz konusu şiddet olduğunda pek de belirleyici bir ayrım olmadığının altını çiziyor.

Buraya kadar birikenleri Ruanda örneğiyle somutlayan yazar, Ruanda kabileleri arasında yaşanan toplu kıyımların, gerek günlük yaşantıyı gerekse kavramsal olarak toplumdaki algıları nasıl etkilediğine çarpıcı bir biçimde eğiliyor. Ruanda örneği, çoğumuzun gözünü kapatmayı tercih ettiği bazı gerçekler açısından uyarıcı bir niteliğe sahip.

Coğrafyanın yakınlığı ve uzaklığı, toplu ölümün ne anlama geldiğini, bizim toplu ölümleri nasıl değerlendirdiğimizi yeniden sorgulamamıza neden oluyor. Elbette burada söylenmesi gereken bir şey var; toplu ölümden kasıt yüzler ve binler değil; söz konusu olan ölümler milyonları buluyor. Burada Swaan’ın enteresan bir biçimde kullandığı kimi küçük ayrıntılar, Ruanda örneğini gerçekten de çok daha canlı, hissedilebilir bir örnek olarak karşımıza çıkarıyor.

Aslında en basit haliyle kitle katliamlarının altında yatan onlar ve biz ikiliğinin, katliamları gerçekleştiren güçlü tarafta nasıl sosyal kodlar ürettiğini görmek açısından ürkütücü satırlar sunan yazar, insanın doğadaki tehlikeli yerini de yeniden belirlemiş oluyor.

Tabi kitle katliamlarının, olumsuz eşlikçileri de çalışmanın içinde kendilerine yer bulmuşlar; aşağılama kültürünün gelişmesi anlamında yağma, kundaklama ve tecavüz gibi kaba ve açıkçası kötü bir tabirle ‘savaş oyunları’ da çalışma da sık karşımıza çıkan başlıklar.

Kitabın buradan sonraki izleği daha acımasız aslında. Ruanda örneğinin çarpıcı ayrıntılarının yerini, genel devlet kavramının ve algısının şiddet üretimindeki rolü üzerinden bir okuma alıyor. Swaan’ın buradan vardığı nokta ‘Toptan İmhanın Dört Tarzı’ başlığı altında toplanmış. Swaan, toplulukları öldürmenin dört ana işleyişi olduğunu belirledikten sonra, kitap içindeki en kanlı bölümü aktarmaya başlıyor okuyucusuna.

Açıkçası bazen okur nefes almak isteyebiliyor; örneklerin çoğu üzerinden ‘yılların’ geçtiği örnekler olmasına rağmen, katliam işleyişinin değişmeyen gerçekliği okuru nefessiz bırakabiliyor.

Üstelik biraz cesur bir okur, örneğin bu topraklardaki bazı açmazların içinde bulabiliyor kendini. Bir şeyler birbirine fena halde benziyor.

Kitabın son bölümü ise, bütün bu olup bitenlerin nereye vardığı üzerine kurulu aslında. Fakat elbette çeşitli ve önemli başlıklarla Swaan, çalışmasının son bölümünü de oldukça zengin bir içerikle sunmuş okura.

Sonuç olarak Abram De Swaan’ın Kitle Katliamları isimli çalışması, modern insanın da en az ilkel insan kadar, her şeyden çok güdülerine bağı bir yaratık olduğunu söylüyor bana kalırsa. Bir başka canlıyı yok etmenin doğa yasası olması ile vahşilik olması arasındaki ayrım yalnızca zekâ ya da bilinçle ayrışan bir şey değil gibi görünüyor. Yok etmenin, üstelik toplu halde yok etmenin, bunun yöntemini bulmanın, o yöntemi kusursuz bir biçimde uygulamanın bir zekâ, bir bilinç gerektirdiği elbette açık; ama burada yanlış bir şey yok mu?

İşte o yanlışı belki de daha görünür kılabilmek ve daha doğru bir yere oturtabilmek adına mutlaka okunması gereken bir kitap Kitle Katliamları.

(Birgün, 22.03.2019)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN