Hilal KÖSE
Gazeteci – yazar Barış İnce’nin, ikinci romanı Sarsıntı, 6 Kasım’da Can Yayınları’ndan çıktı. Kitap ürkütücü masallarla, iç hesaplaşmalarla, yüzleşmelerle ilerliyor. Bütün hikaye, bir masanın etrafında akıp gidiyor. Kitabın en vurucu kısmı ise tarikatların iç yüzünü ele alması ve tarikatların ellerinde hırpalanmış çocukları anlatması. İnce’yi bu konuya yoğunlaştıran, en başta gazeteci merakı olmuş. İsimsiz adadaki, Bulgurcular diye uydurduğu tarikat örgütlenmesi, gerçek bir hikayeden alıntı. İnce, “Romanda da en kötü şey yine çocukların başına geliyor. Çocuklarımızın geleceğinden endişeliyiz. Ensar skandalı gibi bir rezalet var önümüzde ve bu rezalete neden olan koşullar sorgulanmıyor” diyor.
Çelişki’nin neredeyse hemen ardından geldi Sarsıntı. Fikir olarak ne zaman aklına düşmüştü?
Hayata dair kafamdaki soruları, sorunları, söylemek istediklerimi anlatacağım bir kitaba ihtiyacım vardı ve bu Çelişki oldu. Bir de kurgunun, gözlemlerin daha güçlü olduğu, “masal içinde masal” diye tabir edilen “hikaye içinde hikayenin” hatta günce gibi farklı türlerin bulunduğu bir roman yazmak istiyordum. O da Sarsıntı oldu. İkisini yakın zamanda ama farklı beklenti, hedef ve duygularla yazdım. Sarsıntı’yı yazmam bir buçuk yıl sürdü. Çok daha zorlandım. Örneğin Çelişki’de de bir Siverek hikâyesi vardı herkesin gerçek sandığı… Sarsıntı’da bu tarz söylencelerden üç tane var. Özellikle bu üç masalı/efsaneyi kurgularken epey titizlendim. Bu kitabı yazarken çok yorulduğumu, hatta bittiğinde etkisinden bir süre çıkamadığımı, psikolojimin kötü yönde etkilendiğini itiraf etmeliyim.
Kitabın kapağını açıyoruz, bir masada buluşmuş arkadaşlar var. Giderek dozu artan bir olaylar zincirinin içinde buluyoruz kendimizi. Kitap bitene kadar biz de kalkamıyoruz o masadan. Masayı merkeze almanın özel bir anlamı var mı?
Romanı bir sarmal olarak kurguladım, yuvarlak mekânın özel bir önemi var. Herkesin Foucault’dan bildiği benim Bentham’dan alıntıladığım Panoptikon, yani gözetlemenin en yoğun olacağı, gözetleyenin de gözetleneceği dairesel hapishane fikri, romanın alt yapısını oluşturuyor. O yüzden yuvarlak bir masa seçtim. Masadakilerin hayatını irdeleyen bir göz olarak anlatıcı, kendi günlüğü de okunarak gözetleniyor aslında.
En kötüsünü çocuklar yaşıyor
Kitabın güçlü karakterlerinden Filiz’in bir sözü dikkatimi çekiyor. “Kendi hayatımız kadar başkalarınınkilerden de sorumluyuz… Bir şeyleri görüp sustuğumuzda suça ortak olduk biz…” diyor. Katılıyor musun bu fikre?
Roman boyunca susmak, ses çıkarmak, sesini duyurmak, bunun için gereken cesaretin bireysel mi toplumsal mı olması gerektiği gibi konular işleniyor. Susmak insanı doğallığında suçlu yapmaz elbette ama aynı girdabın içinde boğulma riskini beraberinde getirir. Bir şeyler yapmadığınızda kötülük size de bulaşabilir. Bu konuya Marksist bir anlayışla bakarsak alt yapının onun mağdurları tarafından alaşağı edilmediği her noktada, sistemin bizi kendine benzetip kendini yenileme riski var.
Bu sorumluluk nerede başlayıp bitiyor? Benim aklıma özellikle çocuklar geliyor…
Romanda da en kötü şey yine çocukların başına geliyor. Dediğiniz gibi çocuklarımızın geleceğinden endişeliyiz. Ensar skandalı gibi bir rezalet var önümüzde ve bu rezalete neden olan koşullar sorgulanmıyor. Bir kişinin sapıklığı olarak değerlendirilemeyecek ihmaller zinciri var, hatta göz yumma… Denetlenmeyen, pedagojik olarak yetkin olmayan, kutsalları kullanarak her şeyi yapılabilecek kudrette hocaların olduğu, sorunlu yerler buralar. Romanda Fırat karakteri kaba kuvvetle istismarcılardan intikam alma peşinde ama bu da karşındakine benzeme riski taşıyor. Üstelik sorunları kökünden çözemediği için yeni sorunlara yol açıyor.
Kitabın baş kahramanı Levent de çocukluk kayıplarının acısını mı çekiyor? Senin çocukluğun şimdiki yaşamını nasıl etkiliyor?
Levent’in kırılma noktası yaşadığı istismar vakası diyebiliriz. Onun etkisinden çıkamıyor. Kendisini yapamadıklarından dolayı suçlu, güçsüz, aciz ve silik hissediyor. Mağduriyet kimilerinde böyle bir tepkiye neden olabilirken kimilerinde de şiddet eğilimi olarak ortaya çıkabilir. Herkesin çocukluğunun bugüne dair olumlu ya da olumsuz izler bıraktığı bir gerçek. Benim de vardır elbette. Fakat ben dönüp dönüp bunlarla uğraşmaktansa toplumsal meselelerde kendi arayışımı sürdürmeyi tercih ettim.
Gerçek hikaye…
Levent bir yerde ‘İnsanlar yaptıkları iyilikleri hep veresiye defterlerine yazıyor. Bir gün çantayı alıp sokağa çıkacaklarını ve bir haciz memuru gibi alacaklarını toplayacaklarını düşünüyorlar” diyor mesela… İnsanları bu kadar iyi tanıdığı için mi bu kadar mutsuz?
Levent içine kapandıkça gözlem yeteneği gelişmiş bir karakter. Kendisini silik görüyor, hayatta bir yer kaplamadığını düşünüyor ve başkalarının sözlerini dinlemeyi, ezberlemeyi, hareketlerini takıntı haline getiriyor. Sevilmediğini sandığı için başkalarının birbirine sevgisine dahi şüpheyle yaklaşıyor. Şüphe insanı diri tutar elbette fakat aşırısı da mutsuzluk sebebi olarak karşımıza çıkıyor.
Kitapta tarikat örgütlenmesini işliyorsun. Türkiye’de de son yıllarda tarikatlar baş rolde. Gerçek hayata dair endişeler mi bu konuya odaklanmana neden oldu?
Bulgurcular diye uydurduğum tarikat örgütlenmesine benzer bir grup gerçekte de var ve istismar vakası gerçek bir hikaye. Dava tutanakları, haberler, kitaplar, anılar mevcut. O grubun gerçek adını vermek istemiyorum. O olaya dair de epey tevatür var. Ben bu o olaydan ya da iddiadan diyeyim, etkilenerek yeni bir tarikat yarattım, o tarikata yeni bir efsane uydurdum, yeni bir lider, yeni yasaklar ve yeni ritüeller kurdum. Elbette ki gerçek hikayeyi andıran pek çok noktayı da romanda geçirdim. Gerçeklikten o kadar uzaklaşmasına gerek yoktu. Nihayetinde Bulgurcular diye bahsettiğim grubun yerine yurdun çeşitli kentlerinden gelen istismar vakalarında adı geçen grupları koyun, benzer bir hikaye yazabilirsiniz. Gazeteci kökenli olmanın merakıyla ilgilendiğim bir konuydu bu.
İsimsiz ada Türkiye
Haydar Ergülen, kitabın için “Toplumsal çürümüşlüğün tüm kesimlere sirayet etmesinin abartısız günlüğü” diyor. Sen ne dersin bu görüşe? İsimsiz ada, günümüz Türkiye’sinin aynası mı?
İsimsiz Ada evet Türkiye, deprem ise 12 Eylül… Depremi fırsata çevirmeye çalışanlar, zenginleşenler, iyi niyetli ama aşağı düşmekten korkup birbirine düşen orta sınıflar, aldatılanlar, lümpenler ve tüm bu keşmekeş içinde çıkış yolunu arayanlar… Canı yananlar ve nasıl kurtulacağını bilemeyenler… Sarsıntı, bu düzende canı yanan herkes için yazıldı.
Çelişki’yi sevenler, Sarsıntı’yı neden okumalı?
Çelişki’de söze odaklanan okur bu kez hikâyeye daha fazla odaklanacak ve atmosferidaha güçlü soluyacak. Sözü sarmalın içinde arayıp bulacak. Sözü zaten beğenen okur arka planın daha güçlü olduğu bu romanı da sevebilir.
(Cumhuriyet, 12.11.2018)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN