Yazar Ahmet Ümit, çocuk tacizcilerini hedef alan bir seri katilin hikayesini anlattığı yeni romanıyla önümüzdeki dönemlerde okuyucuyla buluşmaya hazırlanıyor. Bu haftaki Pazartesi Söyleşisi için bir araya geldiğimiz ünlü yazarla yeni romanından yola çıkarak Türkiye gerçeklerini konuştuk.
»Henüz yayımlanmamış yeni kitabınız, çocuk tacizcilerini öldüren bir seri katilin hikâyesini anlatıyor. Türkiye gibi çocuk tacizi ve istismarının alıp başını gittiği bir ülkede, bu kitabın bir gereklilikten ortaya çıktığını düşünüyorum. Sizi bu konuyu yazmaya iten neydi?
Benim romanlarımda aslında hep bir sorunsal var. Bu bazen tarihsel olur, bazen güncel. Türkiye’de şimdi de, dediğiniz gibi çocuk tacizi önemli bir mesele olarak gündemde. Hepimizin ağır bir utanç duyması gereken bir gerçeklik. Bu nedenle bir yazar olarak tabii ki vicdanı uyandırmak, bir duyarlılığı artırmak lazım. Bir de gerçekten insan nasıl bir mahluktur ki, yetişkin bir insan bir çocuğu taciz eder sorusu benim için önemli bir problem. Bunu aşağılık, iğrenç, rezil, pis herif diye tanımlayabiliriz. Ama bu meseleyi anlatmıyor.
»Bu edebiyat olmuyor zaten…
Tabii ki bu değil. Neden bir yetişkin bir çocuğu taciz eder? Küçükken kendisi tacize mi uğramıştır? Peki neden o zaman yani? Kim onu taciz etmiştir, niçin taciz etmiştir? Ya da toplumda cinsel devrimin olmayışı mı önemli bir nedendir? Cinselliğe yanlış mı bakıyoruz? Cinsel eğitim mi eksik? Çocuklarımıza yeterince sahip çıkmıyor muyuz?
»Kendinize bu soruları sorduğunuzda ne cevaplar buldunuz?
Esas olarak insanı doğru tanımlamamız lazım. İnsanı tanımlarken, hepimiz de kendimizi tanımlarken iyi, saygılı, güzel diye değil belki de.
»Yani bir tür üstün insan değil.
Aynen öyle… Dahası, insanı yer yüzünün efendisi, üstün canlı olarak tanımlıyoruz. Bence burada sorun var, bunu değiştirmek lazım. İnsanın yeryüzünün efendisi olmadığını, efendisinin yeryüzü olduğunu, doğa olduğunu kabul etmek lazım. İkincisi, insanın zeki olduğu için öteki canlıları aşağılama, zulmetme, hapsetme, yok etme hakkını kendinde bulmasına izin vermemek lazım. Bunu, yasalarla değiştirmek gerekiyor.
»Yani diyorsunuz ki, insanın temelde kendini doğaya karşı üstün görme anlayışı, kendinden daha zayıf olan her şeye olduğu gibi çocuğa da yöneliyor. Peki siz bu çıkarımlarınızı, bir çocuk tacizcisinin ağzından anlatabilir miydiniz? Demek istediğim, Türkiye’de bir “Lolita” yazılabilir mi?
Müthiş olurdu, ama şu anda öyle bir ortam yok. Nabokov, “Lolita” romanında çok insani bir meseleyi, bir adamın çıkmazını anlatıyor. Ve roman bunu hiçbir şekilde yüceltmiyor. Tam tersine, yerin dibine sokuyor.
»Aslında adamın irrasyonelliğinden kaynaklanan zayıflığını vurguluyor…
Aynen, zayıflığını vurguluyor. Bu nedenle bence sorun biraz da neyi değil nasıl anlattığınız. Elbette bu ülkede hiçbir şey güllük gülistanlık değil, her meselede başımız belaya girebilir. Ama siz bir yazarsanız eğer, bütün bu meseleleri insan odaklı ve doğru yerden bakarak anlatırsanız, çözebilirsiniz.
»Romanınızda ele aldığınız çocuk taciz ve tecavüzü gibi kriminal konular, ya da kadına şiddet, cinayet vakaları, evlilik programlarının yasaklanmasıyla birlikte Türkiye’de hemen her büyük kanalda başlayan reality programlarında adeta fetişleştirilerek sunuluyor. Dahası, insanlar, bu tip vakaların kendilerine hiçbir zaman dokunmayacağı hissiyle, bu programları tıpkı evlilik programlarını izledikleri gibi, arada hiçbir fark görmeden, büyük bir zevkle izliyor. Bu bir delilik hali midir?
Ahlaki olarak çürümenin dibini yaşıyoruz. Oradaki büyük trajediler insanlar tarafından eğlence aracı olarak görülüyor. Bu, bir toplumun aynası ve göstergesi. O programlarda yetkin olmayan sunucular sırf reyting artsın diye her türlü istismarı yapabiliyor. Toplum bunu destekliyor, devlet buna izin veriyor.
Avrupa’da1830’lar-40’larda, Paris ve Londra, bugün bizim yaşadığımız şeyi yaşadı. Köydeki insanlar hızla şehirlere geliyorlar ve şehirlerde iş arıyorlardı. Fakat bu kadar insan gelince iş alanı daraldı ve bundan dolayı suç patlaması oldu. O dönem bu suç patlamasını yansıtacak televizyonlar yoktu, bulvar gazeteleri vardı. Bulvar gazeteleri, cinayetleri, hırsızlıkları, gaspları yazmaya başladığında, herkes bunları inanılmaz bir şekilde, sular seller gibi yalayıp yutar oldu.
»Ama Türkiye’de söz konusu göç olgusu ve beraberinde getirdiği suç patlaması 80’lerde yaşandı. Eğer buradan ele alırsak, bunun medyada halihazırdaki şekliyle karşılık bulması için biraz geç değil mi, 30 yılın üzerinde bir zaman diliminden söz ediyoruz…
O dönem henüz tam oturmamıştı ve asıl büyük çözülme şimdi yaşanıyor. O dönem küçük küçük geliyordu insanlar, şimdi bütün bir köy ve kasaba geliyor. O yüzden de kültür değişti. Eskiden köyden gelen adam kendi kültürüyle gelirdi, köy kültürü. Şimdi geliyor, kültürü yok, buradaki İstanbul kültürü ya da Ankara kültürü, İzmir kültürünü de benimsemiyor. Dolayısıyla bir lümpen kültür oluşuyor. İşte bu kültürün kendisi o televizyon programlarında. Artık bir konuda uzman olmanıza da gerek yok. Herkes her şeyi yapabiliyor, önemli olan sizin güçlü olmanız, arkanızda birinin olması.
»Peki siz bir polisiye yazarı olarak bu programları izliyor musunuz?
İzlemiyorum hayır. Öğreneceğim bir şey yok ki. Bir kere bakış açısı yanlış. Ben cinayeti anlattığım zaman bu cinayetin insan ruhunda yarattığı kötülükleri açığa çıkarmaya çalışırım. Bunlar ise tam tersine kötülüğün propagandasını yapıyorlar. Bir cinayet mi işlenmiş, aman aman şak şak şak! Ne güzelmiş, bak öteki de bilmem ne yapmış, o yüzden onu öldürdü.
»Sanki bir adalet mekanizması yaratılıyormuş gibi değil mi?
Adaletin öyle bir yerde yaratılıyor olması korkunç bir şey. Bu büyük bir yanılgıdır! Çoğunluğun inandığı şeyler yanlıştır, vasattır. Adalette, hukukta bunun tam tersi geçerlidir.
»Söyledikleriniz bana bu programların denetlenmesi ya da kaldırılması bir yana, bu kadar teşvik edilmesinin arkasında, hukukta yitirilen adaletin ihtiyacının bu programlar üzerinden telafi edilmesinin yattığını düşündürdü. Acaba bu bilinçli bir teşvik mi?
Devletin bu kadar ayrıntılı düşündüğünü hiç zannetmiyorum. Bizim devletimiz 5 yıllık, 10 yıllık planlar yaparak kültürel gelişime katkı sağlamaz. Ancak kendisi için zararlı gördüğü şeyleri yasaklar. Devletimiz yaratmakla meşgul değil, yasaklamakla meşgul. O yasakladığı şeylerin çoğu da toplum yararına değil devlet yararınadır. Bugün yaptığı şey, de “Ya önümüzdeki 10 yıl bunlar çok büyük zarar verecek” diye düşünmez. Ancak iş patladıktan sonra gündemine gelir ve o zaman da bizlerin zoru olmasa o işlere bulaşmaz.
»Yeni kitabınızda işlediğiniz çocuk tacizcilerini hedef alan bir seri katilin yani bir anti kahramanın varlığı, aklıma Türkiye’nin halihazırdaki sahte kahramanlardansa biraz da anti-kahramanlara mı ihtiyacı olup olmadığı sorusunu getirdi.
Keşke Türkiye’deki sahte kahramanlar yalnızca dizilerde, romanlarda, filmlerde olsa. Mesela belediye başkanlarını örnek alalım. Şunları yapıyoruz, bunları yapıyoruz diyerek kendi alanlarında birer kahraman olarak algılanıyor ve gösteriliyorlar. E sonra ne oluyor? Şimdi görevden alındılar. Yani bu toplum sahte kahramandan da vazgeçtim, kahramanlardan kurtulamıyor.
İnsanın baba ya da anneyi zihinsel olarak öldürmeden büyümemesi gibi bir durum vardır. Bir erkek baba ölmeden büyüyemez örneğin. Bunun anlamı şudur: Babayı ortadan kaldırıyorsanız, siz erişkin birisiniz. Bizde baba ölmediği gibi her dönem yenisi yaratılıyor. Atatürk, İnönü, Demirel, Özal ve şimdi Tayyip Erdoğan bu toplumun babası oldu. Bu toplum büyümediği için kendisini koruyacak, kollayacak, kulağını çekecek, bağıracak, “Eşeklik yapma” diyecek, ensesine vuracak, gerektiğinde cezalandıracak, gerektiğinde ödüllendirecek birine ihtiyaç duyuyor. Türkiye toplumu büyümüyor! Çocukluktan çıkamıyor! O yüzden de zihinsel tembelliğin hakim olduğu özgür düşüncenin olmadığı bir hayat yaşıyoruz.
»Her ne kadar bunu edebiyatınıza direk olarak yansıtmasanız da, politik yönü güçlü bir yazar olarak her geçen gün daha fazla çekinerek yazdığınızı düşünüyor musunuz?
Doğrudan gazeteci olsam, bunları yazamazdım. Ama edebiyatçı olduğum için insanı anlatıyorum ben. Ve insanı anlatırken özgürüm. Yani dolayısıyla beni herkes okuyor. Ama oturup politik bir roman yazacak olursam o da beni kısıtlar. Dahası, hapse atarlar. Çünkü şu an Türkiye’de bir şeye dokunduğunuz zaman insanları cezalandırıyorlar. Açık bir şekilde iktidar partisinden yana değilseniz siz zararlılar içerisindesiniz, tehlike içerisindesiniz, potansiyel düşman olarak görülüyorsunuz. Zaten beni doğrudan politikadan çok kültür ilgilendiriyor ve kültürü anlatıyorum. Biz eğer bir kültürel iklim yaratabilirsek gelecekte, politik dönüşüm bu kültürel iklim üzerinde gerçekleşir. Bunu bizim solcu yazarlar anlamadı, hep politik metinler yazdılar.
»Bu nedenle mi istenen karşılığı bulmadı?
Elbette. Geçmişte köy romanlarımız vardı, şimdi köy romanları niye okunmuyor? Bitti çünkü! Bir roman bir ideolojinin savunucusu ya da yericisi olamaz. İnsanı anlatmalısın, ister dindar, ister faşist, ister komünist, ister liberal, ister kadın, ister erkek, ister gay, ister çocuk olsun.
***
Tarihsel gerçeklik beni yorar
»Röportajımızın başında, romanlarınızda tarihsel ya da güncel bir sorunsalı ele aldığınızı belirttiniz. Hangisi daha zorlayıcı?
Tarihsel gerçeklik beni yorar. Mesela Mevlana ve Şems’i yazarken ya da Fatih Sultan Mehmet’i yazarken yoruldum. Çünkü gerçek bir kişiliği yazıyorum. Vicdani olarak da zaman zaman zorlandım, ben bir şey anlatıyorum ama gerçekten öyle miydi? Diğer türlü Ahmet Ümit’in karakterleri var. Başkomiser Nevzat’ı çok daha özgür bir şekilde anlatabilirim.
Yazarlığımı çizgi romanlar şekillendirdi
»Romanınız “Elveda Güzel Vatanım”, bu defa çizgi roman olarak okuyucuyla buluştu. Sizin geçmişten bugüne çizgi romanla ilişkiniz nasıldı?
Çocukluğumda okuduğum Teksas Tommiks, Tenten, Red Kit, Zagor, Tarkan, Karaoğlan gibi çizgi romanlar hayatımda çok önemli bir yere sahip. Hiç unutmadığım Korku diye çeviri bir çizgi roman vardı. Babam çizgi romanlarımı bulur, saklar, yırtardı derslerimi engelliyor diye. Ama onlar, romana geçmeden önce okuduğum kitaplardı ve yazarlığımı şekillendirdi diyebilirim. Hayal dünyamı geliştiren, kışkırtan, genişleten bir işlev gördü.
(Birgün, 06.11.2017)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN