BELKİ siz tanıyorsunuzdur…
Ama ben yeni keşfettim. Ve çok etkilendim. Farklı, yaratıcı bir adam. Kemal Hamamcıoğlu...
Tiyatro yaptı, oyun yazdı, oynadı, televizyonda kültür-sanat programı hazırladı, şimdi üniversitede hocalık yapıyor… “Birini, penceresinin kenarına çiçek koyacak kadar çok sevmek lazım” diye de bir kitabı çıktı.
Ama en çok ilgiyi, sosyal medyadaki performans videolarıyla çekti.
Onun yazdığı metinleri, Gonca Vuslateri, Deniz Çakır, Şebnem Bozoklu ve Hakan Kurtaş gibi sıkı oyuncular seslendiriyor, mutlaka izleyin!!!!
İnsanın içine işliyor, ruhuna değiyor.
Bilinçaltı monologlarını yazıya döken biri. “Unuttuğum ne varsa, yazarken hatırlıyorum. İyileşmek için değil, hayatla başa çıkamadığım için yazıyorum…” diyor.
Hayatla başa çıksın…Ama hep yazsın. Yolu da açık olsun!
Kimsin, nesin?
– Tutkularıyla yaşayan biriyim. Mimar Sinan Üniversitesi’nde sinema okudum. Ardından yüksek lisans ve doktora…Doktorayı yarıda bırakıp askere gittim…
Hep mi yazıyordun?
– Evet. Ama esas askerde yazmaya başladım. Köpekleri ve ağaçları dinleyerek, sözümü aradım. Askerde yazdıklarımı kimse okumasın diye buzdolabında saklıyordum. Sonra o sözler oyun oldu. Yazmaktan başka bir şey bilmez oldum!
ÇOK ÇALIŞIYORUM
Çok çarpıcı, hatta sarsıcı “dijital şiirler”in var. İnsanın teninin altına giren metinler yazıyorsun. Bir de onları güzel insanlara okutuyorsun. Tiyatroculara genelde. Yeni bir akım mı bu “performans videosu”?
– Hakiki olan her şey, tene değer, tende kalır! Ama ben yazdıklarıma hiçbir zaman “şiir” demedim, okuyanlar dedi. Performans ve videonun kan bağı, sanat tarihinde hep vardı. Cep telefonlarımız nasıl arada bir güncelleniyorsa, sanat da değişen dünyanın etrafında kendine yeni bir yer açıyor. Şimdi video çekmek daha kolay olduğundan sözün ve sesin ortaklığına daha sık şahit oluyoruz.
Peki nereden geldi aklına?
– Annem çok ciddi bir beyin ameliyatı geçirdi geçen yaz. Öncesindeki süreçte uyuyamıyordum stresten. Sadece yazarken korkum biraz diniyordu. Yazdıklarım benden çıksın, evden çıksın istedim. Arkadaşlarım sesi oldu yazdıklarımın. Ben sadece kamerayı açtım ve kapadım. O kadar…
Sen insanların bilinçaltı monologlarını yazıya dökmeyi başarabildiğini düşünüyor musun?
– İyi yazmak için çok çalışıyorum. Bir doktor nasıl ameliyat odasına girmeden oturduğu yerde bir hayatı kurtaramıyorsa, bir yazar da kendi dünyasını yaratmadan, kendi dünyasında korkusuyla bir başına kalmadan yazamıyor. Ellerim kanlı çıkıyorum bilinçaltı denilen o yerden her seferinde…
AŞKI ARIYOR VE AŞKI BEKLİYOR HER HALİMİZ
Kitapta sevgiye aç, tanımadığı, sadece resmini gördüğü birine sosyal medyada âşık olan bir genç kız var. Bu mudur halimiz?
– Aşkı arıyor ve aşkı bekliyor her halimiz! Kimi zaman kitaptaki gibi, bir fotoğraftaki gülüşe âşık oluyoruz. O fotoğrafın içinde kendimize bir yer bulacağız diye çırpınıyoruz. Günümüzü, birinin dününde arıyoruz…
Aşkın, en yaygın kanalı günümüzde sosyal medya mı?
– Yaygın hali, ama orada aşk var mı, şüpheli! Yakınlık var ekrana dokunduğunda, ama yakınında ne yazık ki kimsecikler yok. Aşk ekrana bakmadan, göz göze gelince aşk…
Peki sosyal medya aşklarını nasıl yorumluyorsun?
– Bedenleri çarpışıyorsa en sonunda, ne mutlu! Yatak, yorgan, yastık, aşktan terliyorsa en sonunda ne mutlu!
Birini like’lamak flörtün ön aşaması mı? Sonra direkt mesaj’dan ona yürümek mi?
– Evet öyle. Ama bu eylemi aralıksız olarak birçok kişiye yapıyorsan, orada flört yok. Açlık var. Değersizlik duygusu var. “Nbr?” dedikten sonra yollar yürünmüyor, yolları aşamıyorsun. Direkt olmak, işin özü, en doğrusu. “Senden çok hoşlanıyorum” diyebilmek bütün mesele.
BİRİNİ SEVDİĞİN ZAMAN ŞEHRİN NÜFUSU BİRE İNER
“Birini, pencere kenarına çiçek koyacak kadar sevmek” ne demek?
– Evinin sokağında uyumak demek, kapılardan kovulmak demek, tekrar sevsin diye iki sene dua etmek demek. “Birini sevdiğin zaman, şehrin nüfusu bire iner!” demiştim. İşte o zaman, aynı anda hep yanındaymış ve her an gidecekmiş gibi kalbinin atması demek.
“Hiçbir boşluk kâğıt üzerinde dolmuyor”… Kitapta böyle nice dize var… Bu dizeler sana nasıl geliyor?
– “Güzel cümle yazayım” diye yola çıkmıyorum. Duymadığım, bilmediğim bir anın resmini, yazarken çizmeye kalkmıyorum. Ruhunu neyle, ne kadar beslersen, ruhundan çıkan sözün ağırlığı da o kadar güçlü oluyor.
Peki ilham ne zaman geliyor?
– Sakinken. Öfkenin içindeyken bile sakinsem. Yalnızlığın içinde köpeğimi severken de geliyor bazen.
SEKSİN ADI TADINA BAKMAK OLDU
Romandaki genç kız, her dibe vurduğunda, hırsını cinsellikten çıkarıyor ve biriyle birlikte oluyor. Bu, dijital çağın gerçeği mi?
– Keşke kitaptaki kız gibi herkes sevişse de hepimiz bir rahatlasak! Evet, hem dijital gerçek de hem hayatın gerçeği de! Sevişirsen, dipten yukarı bakacak bir aksiyonun olur. Her şeyi bırakacak ve unutacak en basiti birkaç saniyen… Ama ne yazık ki, şimdiki zamanda seks yok, sevişmek yok. Daha çok “Tadına baktım, tadını aldım” var! Bunun adına da, “Sana âşık oldum!” diyorlar. Birine kendini en açık halinle bırakamayacak kadar güçsüz olmaktan çıkıyor bu süregelen yalan haller…
AŞKLA YAŞAMAK… SADECE AŞKLA
Otuz yaşından sonra aşka ne oluyor?
– Deneye deneye, “Buradan aşk çıkmaz, ben tek başıma çok mutluyum!” demeyi öğreniyorsun. Birinin gitmesi değil, kimsenin gelmemesi yoruyor. Yorulurken, büyüyorsun…
Senin amacın ne? Yapmaya çalıştığın ne? Çok okunmak, çok seyredilmek, çok sevilmek mi?
– Alakası yok… Aşkla yaşamak. Sadece aşkla.
(Hürriyet, 05.10.2017)
Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN